İSTANBUL - Cumhuriyet tarihinin inkar, imha ve asimilasyonla geçtiğine işaret eden PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın avukatı Emran Emekçi, “tek adam” rejimine dönüştüğünü söylediği Cumhuriyet’i, “Üçüncü Yol İttifakı”nın demokrasiyle taçlandırabileceğini vurguladı.
Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarında asırlarca hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışı sonrası “mirasını” devralan Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim 1923’te kuruldu. Türklük esası üzerine inşa edilen Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana farklı etnik ve inançtan halklara yönelik imha ve inkar politikaları hiç eksik olmadı. Soykırım ve tasfiye planlarıyla karşı karşıya kalan Kürtler ise bu duruma yerel isyanlarla sürekli karşı çıktı. Bastırma ve katliamlarla sonuçlanan 28 isyandan sonra tarih sahnesine Abdullah Öcalan liderliğinde 27 Kasım 1978’de kurulan PKK çıktı. İnkar, imha ve asimilasyonla bezenen Cumhuriyet'in ancak demokratikleşerek tüm hakların çatısı haline gelebileceğini savunan Öcalan uluslararası komplo sonucu 15 Şubat 1999'da Türkiye'ye teslim edilerek, İmralı Ada Cezaevi'ne konuldu. 23 yıldır mutlak tecrit altında tutulduğu İmralı'da da "demokratik cumhuriyet" tezini güçlendiren Öcalan'ın avukatı Emran Emekçi ile 100'üncü yıllına giren Cumhuriyet'i ve müvekkilinin savunduğu demokratik cumhuriyet projesini konuştuk.
Emran Emekçi
Yüz yıl önce Mustafa Kemal Atatürk tarafından başlatılan “Kurtuluş Savaşı” ve liderliğinde kurulan Cumhuriyet hangi temelde gelişti?
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü resmen ilan ettiği 30 Ekim 1918’de yayınlanan Mondros Mütarekesi ile geleneksel yönetici devlet eliti dağıldı. Anadolu ve Mezopotamya’da kendi kaderine terk edilen toplum ise açık işgale karşı karşıya getirildi. Devlet güçleri, işgalci güç olan Almanya, İngiltere, Fransa ve İtalya’ya iş birliğine gitti. Yerelde ise toplumsal güçler kendi öz olanaklarıyla örgütlenip direnişe geçti. Mustafa Kemal Atatürk 19 Mayıs 1919’da daha Samsun’a çıkmadan önce 17 Aralık 1918’de Antep, 23 Şubat 1919’da Maraş, 24 Mart’ta Urfa yerellerinde toplumsal direnişler başlamıştı zaten. Oradan Erzurum’a, Karadeniz’e, Trakya ve Ege’ye kadar etkili olan toplumsal güçler (Kürtler, Sosyalistler, Çerkesler, Lazlar, Ümmetçi Müslümanlar) kendi öz olanaklarıyla yerel direnişle örgütlendi.
Ancak bu güçler yerine Mustafa Kemal sahnede daha çok göründü. Bunu belirleyen faktör ne oldu?
O süreçte çok cılız olan komünist hareket, toplumun tümüne önderlik edecek konumda değildi. Önderlik boşluğunu en iyi değerlendirerek, toplumun tümü adına hareket etme şansını yakalayacak kişi, sürece en hazırlıklı ve örgütlü giren orta sınıf temsilcisi Mustafa Kemal olacaktı.
Tüm bu yerel-parçalı, dağınık örgütlenmeleri birleştirecek genel önderlik noksanlığı-boşluğu söz konusuydu. O süreçte çok cılız olan komünist hareket, toplumun tümüne önderlik edecek konumda değildi. Önderlik boşluğunu en iyi değerlendirerek, toplumun tümü adına hareket etme şansını yakalayacak kişi, sürece en hazırlıklı ve örgütlü giren orta sınıf temsilcisi Mustafa Kemal olacaktı. Ki aslında Sultan Vahdettin’in 3’üncü Ordu Müfettişi sıfatıyla yerel toplumsal direnişleri önleme göreviyle Samsun’a gönderilmişti. Ancak bu misyonun dışına çıkarak, her yere yayılan yerel direnişleri bastırmak yerine bir araya getirip başına geçmeyi tercih edecekti. Çünkü Vahdettin’in gidici olduğunun farkındaydı ve yerine neyi ikame edeceğini de düşünce dünyasında netleştirmişti. Kendi deyimiyle kafasında bir sır gibi sakladığı ve uygun günde ilan etmeyi amaçladığı cumhuriyet fikrine uygun çalışmalara yönelecekti.
Daha önce çeşitli formlarda ve son olarak imparatorlukla yönetilen bu topraklarda Mustafa Kemal nasıl bir form sunmak istiyordu?
Tabi ki demokratik bir cumhuriyet arzuluyordu; bizzat kendi deyimiyle “Demokrasi sistemiyle yönetilmesi arzulanan cumhuriyet” fikriyle hareket ediyordu. Zaten yerelde işgale karşı mücadele yürüten toplumsal güçler bunun toplumsal zeminini yeterince sunuyordu. Mustafa Kemal’in bütün yaptığı sahada mücadele halindeki tüm bu toplumsal güçleri, yerel örgütlenmeleri kendi genel liderliğinde birleştirme yeteneğini gösterebilmesiydi. O’nun liderliğinde bir araya gelen birlik-ittifakın o dönem adı konulmasa da, demokratik cumhuriyet fikrine dayalı demokratik ittifak özelliklerini taşıdığını gözlemek zor değildir. Ki gelişmeler de bu yönlü seyrettiğinden bir bütün olarak cumhuriyetin kuruluş dönemine damgasını vuran toplumsal güçlerin demokratik ittifakıydı diyebiliriz.
Bahsettiğiniz bu toplumsal güçler arasında Kürtleri de koyuyorsunuz. Kurtuluş aşamasında Kürtlerle ilişki ve ittifak hangi düzeydeydi?
Bu ittifakın Kürt ayağı, Mustafa Kemal’in yıllardır özenle hazırladığı ilişkilere dayanmaktadır. Hatta Diyarbakır’da görev yaptığı yıllarda Kürt kıyafetleriyle resimler çektirdiği ve Kürt ileri gelenlerin ellerini öpecek kadar Kürt desteğine stratejik önem verdiği biliniyor. Dolayısıyla Amasya’dayken de destek için Kürt eşrafına gönderdiği mektup-çağrılara olumlu cevap almasının böylesine bir arka planı vardır. İkinci en önemli müttefiki ise sosyalistlerdir. Onlar üzerinden Lenin ile diyalog köprüsü kurarak, Sovyet ve sosyalistlerin desteğini de alacaktı. Her iki desteği arkasına aldıktan sonradır ki kendi grubunu, “Kürtler ve Sovyetler bizimle beraber, ya istiklal ya ölüm” içerikli mektuplarla harekete geçirecekti.
Bugün resmi ağızların üzerini örtmeye çalıştığı Kürt desteği olmasaydı ne olurdu?
Kürt desteği olmasaydı, Erzurum Kongresi, o da olmasaydı Mustafa Kemal ve cumhuriyet olmazdı. Dikkat edilirse 21-22 Haziran 1919 Amasya Tamimi’yle de ilk yazılı çağrısı, ağırlıklı Kürt illerinden gelen delegelerin oluşturacağı Erzurum Kongresi’nin 10 Temmuz’da toplanmasına yöneliktir. Neden ilk çağrısını İzmir, İstanbul, Samsun, Amasya, Ankara, hatta Sivas’a değil de ağırlığını Kürt illerinden gelen delegelerin oluşturacağı Erzurum’da yapıyor? Çünkü İzmir işgal altındaydı hareketi oradan başlatamazdı. İstanbul’da kalsa hükümetin pasif bir bürokratı olmaktan öteye gidemezdi. Zaten daha Amasya’dayken bürokratik görevinin dışına çıktığı gerekçesiyle İstanbul hükümetinin geri çağırma-yakalama emri nedeniyle Samsun ve Amasya’da kalamazdı. Geçtiği Sivas’ta da İstanbul hükümetince yakalanması için özel olarak görevlendirdiği Elazığ Valisi Ali Galip Bey’in takibi vardı. Geriye Mustafa Kemal için tek güvenli yer, ağırlıklı Kürt illerinden gelen delegelerin oluşturduğu Erzurum Kongresi kalıyordu. Yani daha yolun başında Kürt desteği, olmazsa olmaz kabilinden stratejik bir öneme haizdir. Öyle ki kongre günlerinde askerlik görevine son veren İstanbul hükümeti emrinin tebliğiyle birlikte Mustafa Kemal aslında rütbesiz ve boşta kalmış durumdaydı. Böylesine kritik bir eşikteyken Erzurum Kongresi’ne alınmasını sağlayıp kendisine siyasi-toplumsal liderlik yolunu açan da kongre delegeliğinden istifa edip yerini Mustafa Kemal’e bırakan yine bir Kürt delegesidir. Bu çok önemlidir. Çünkü Erzurum Kongresi’ne dâhil olması, ardından yine Kürt delegelerin desteğiyle Erzurum Kongresi’ne başkan seçilmesi, hem Mustafa Kemal’in liderliğinin siyasi ve toplumsal meşruiyetinin hem de genel liderliğine giden yolun ilk adımıdır. Bu olmazsa Mustafa Kemal, dolayısıyla Sivas Kongresi, Birleşmiş Milletler Meclisi (BMM) ve cumhuriyet de olmazdı. Nitekim Mustafa Kemal’in 23 Temmuz-7 Ağustos 1919 Erzurum Kongresi konuşmasına “Biz Türk ve Kürt milleti, iki halkın, milletin hakkı hukuku” sözleriyle başlaması da Kürt desteğinin stratejik rolüne işaret etmektedir. Hatta Sivas Kongresi’nde de Ali Galip Bey’in takibine karşı Mustafa Kemal’i uyaran ve koruyan da yine Kürtlerdi. Kürt desteğinin böylesi stratejik rolü her aşamada görünürdür.
Peki, karşılığı ne oldu?
1923 İzmit basın toplantısında Mustafa Kemal’e doğrudan Kürt meselesiyle ilgili sorulan soruya verdiği, 1921 Anayasası’na atıfta bulunarak sorunun çözümüne kavuşturulduğuna dair yanıtıyla da teyit edilmektedir. Ki günümüzde bile esas alınması gereken bir çözüm modeli olarak hala önemini korumaktadır.
Evet, karşılığının dönemin 1919-23 kongre ve protokolleri gibi anayasa niteliğindeki belgelerine ve nihayetinde 1921 Anayasası’na dek yansıtıldığını gözlemek zor değildir. Örneğin 4-11 Eylül 1919 Sivas Kongresi beyannamesinin Misak-ı Milli sınırlarına ilişkin birinci maddesine, oradan da daha açık ve net biçimde 20-22 Ekim 1919 Amasya Protokollerinin ikincisine yazılı ve imzalı olarak da yansıtılmaktadır. İkinci Protokolde Misak-ı Milli, açıkça “Türklerin ve Kürtlerin ortak vatanı” olarak tanımlanır; “Bununla beraber Kürtlerin gelişmelerini temin edecek şekilde ırki ve içtimai haklarına ulaşmalarının sağlanacağı” müştereken imza altına alınır. Hakeza birinci meclisin kuruluş günü 23 Nisan 1920’de Mustafa Kemal’in açılış konuşmasında da Kürtlerin, Lazların, Çerkeslerin kurucu müttefik rolüne bir kez daha özel vurgu yapılmaktadır. Ki bu rolü, Kürdistan milletvekili sıfatıyla yer aldıkları I. BMM yapısına ve politikasına da açıkça yansıtılmaktadır. Nihayetinde çoğulcu birinci meclisin çıkardığı cumhuriyetin ilk kurucu anayasasıyla da Kürtler, bir yandan çoğulcu mecliste kimlikleriyle -Kürdistan milletvekili- temsil edilme, diğer yandan nüfusça yoğun oldukları il ve ilçelerde anayasanın tanıdığı vilayet ve nahiye şuralarının özerkliği temelinde yerelde kendi kendini bizzat ve bilfiil yönetebilme statüsüne kavuşuyordu. Bu statü, 1923 İzmit basın toplantısında Mustafa Kemal’e doğrudan Kürt meselesiyle ilgili sorulan soruya verdiği, 1921 Anayasası’na atıfta bulunarak sorunun çözümüne kavuşturulduğuna dair yanıtıyla da teyit edilmektedir. Ki günümüzde bile esas alınması gereken bir çözüm modeli olarak hala önemini korumaktadır.
Bahsettiğiniz bu modelden neden ve nasıl vazgeçildi?
Bugünkü Suriye ve Irak Kürtlerini de içine alan “Kürtlerin ve Türklerin ortak vatanı” Misak-ı Milli’ye dayalı demokratik cumhuriyet, İngiltere’nin başını çektiği kapitalist modernite güçlerinin daha 1916’da kararlaştırdıkları Sykes-Picot Anlaşması’yla belirlenen stratejik bölge çıkarlarına ters düşüyordu. İngiltere bu anlaşmayla cetvelle çizdiği Ortadoğu sınırlarına aykırı olan “Misak-ı Milli’ye dayalı demokratik cumhuriyeti tanımam, ancak bana bağlı küçük-minimal bir ulus-devlet olursan tanırım” politikasını dayatıyordu. Mustafa Kemal’in bu dayatmalara karşı İngiltere hegemonyasından bağımsız hareket ettiği dönem, 1919-21 arası iki yıllık bir dönemdir. Ondan sonrası İngiltere hegemonyası lehine adım adım gelişen, demokratik cumhuriyetin kurucu müttefikleri olan halklara karşı komplolar ve karşıdevrim sürecidir. Özellikle birinci meclisin ilanının kesinleştiği süreçte İngiltere, kontrolündeki İstanbul hükümetinin hala önemli görevlerinde bulunan ittihatçı kadroları meclise sızdırarak, içten kuşatma ve ele geçirme yöntemini devreye koydu.
Halklar ittifakına ve demokratik cumhuriyete karşı kimler sızdırıldı?
Örneğin 1919-21 sürecinde sahadaki mücadeleyle alakası olmayan hatta karşıtı durumundaki İstanbul hükümetinde Savunma Bakanı Fevzi Çakmak ve yaveri İsmet İnönü’nün tam da meclisin ilan edileceği günlerde görevlerinden istifa etme provalarıyla meclise sızdırılmaları manidardı. Ki bunlar aynı zamanda İttihat Terakki döneminin Teşkilat-ı Mahsusa komplo ve darbe deneyiminden gelen kadrolardı. Zaten gelmelerinin hemen ardından önce Çerkes Ethem komplosu ardından Sosyalistlerle ittifakı bozan karanlık ve hala aydınlatılamayan 28 Ocak 1921 Mustafa Suphi komplosu gerçekleşti. Ardından 20 Ekim 1921 Fransızlarla Ankara Anlaşması’yla Suriye Kürtlerinin Misak-ı Milli’den koparılması tavizi gelecek, nihai taviz ve komploları ise Lozan sürecinde gündeme gelecekti.
Lozan sürecinden devam edersek bu süreçle birlikte neler oluyor? Görüldüğü kadarıyla ciddi bir kırılma veya çelişki yaşanıyor?
Bu sürecin simge ismi, Lozan Antlaşması’nın etkili muhalifi Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey cinayetiyle, Çerkeslerden ve sosyalistlerden sonra demokratik cumhuriyetin kurucu müttefiki Lazlarla olan bağı da koparıldı. Sonrasında demokratik cumhuriyetin diğer kurucu müttefikleri Kürtler ve Ümmetçi Müslümanlarla da bağının koparılması gelecekti.
Evet, bu süreçte İngiliz tezlerinin kabulü -İzmir İktisat Kongresi ve Musul-Kerkük Deklarasyonu- ile kapitalist sistemin dolayısıyla İngiliz hegemonyasının benimsendiğinin ilan edilmesi ve buna karşı çıkan birinci meclisin feshiyle bir dönem, yani demokratik cumhuriyet dönemi de sona erdiriliyordu. Bu sürecin simge ismi, Lozan Antlaşması’nın etkili muhalifi Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey cinayetiyle, Çerkeslerden ve sosyalistlerden sonra demokratik cumhuriyetin kurucu müttefiki Lazlarla olan bağı da koparıldı. Sonrasında demokratik cumhuriyetin diğer kurucu müttefikleri Kürtler ve Ümmetçi Müslümanlarla da bağının koparılması gelecekti. Özellikle Lozan Antlaşması’nı Misak-ı Milli’den taviz, savaşta kazanılanın masada kaybedilmesi, sahte barış, teslimiyet ve ihanet anlaşması olduğu itirazlarıyla onaylamayan BMM’nin feshi, bir dönemin kapanması yerine karşıt bir dönemin ikamesine giden yolda bir dönüm noktasıydı. Birinci meclisin feshiyle demokratik cumhuriyet ittifakını temsil eden I. BMM bileşimine yer vermeyen, merkezi liste usulüyle ağırlıklı olarak İngiltere yanlısı ittihatçı kadroların aday gösterildiği göstermelik 23 Haziran 1923 seçimleri ardından 11 Ağustos 1923’te oluşturulan dönemine geçilir. Bu adayları tepeden belirlenen ittihatçı kadrolarla doldurulan ikinci meclisin ilk işi de Lozan Antlaşması’nı 23 Ağustos 1923’te onaylamak olur. İkinci işi, Misak-ı Milli’den koparılmış minimal cumhuriyetin 29 Ekim 1923’te ilanı ve aynı günkü oturumda Mustafa Kemal’in yetkisiz ve etkisiz bir şekilde sembolik olarak Çankaya’ya gönderilmesidir. Ardından bütün yetkiler, İngiltere’nin İstanbul hükümeti döneminden gelme Savunma Bakanı Fevzi Çakmak ile yaveri İsmet İnönü başkanlığında toplanan ittihatçı bürokratların eline geçer. Bunlar eliyle 1921 demokratik cumhuriyet anayasası yürürlükten kaldırılarak, tam zıddı antidemokratik tekçi katı merkeziyetçi 1924 Anayasası’na geçildi. Bu temelde cumhuriyetin kurucu müttefiki Kürtler de tekçilik adına yok sayılarak sistemden dışlandı.
Demokratik cumhuriyetin kurucu müttefikleri Çerkesler, Sosyalistler ve Lazlardan sonra Kürtlerle de bağı koparılan cumhuriyet neye dönüştürüldü?
Kuşkusuz İngiltere hegemonyası lehine Teşkilatı Mahsusa geleneğinden gelen ittihatçı komplo ve darbelerle toplumsal temelinden ve Misak-ı Milli’den koparılarak iyice daraltılan minimal, tekçi katı merkeziyetçi ulus devletin homojen toplum yaratma amacına bağlanmış antidemokratik otoriter bir cumhuriyete dönüştürüldü. 1924 Anayasası’yla sistemden dışlanan Kürtlerin, bu haksızlığa yönelik tepkileri de 13 Şubat 1925’te yaratılan Piran (Dicle) komplosuyla provoke edilip yaratılan Şeyh Said İsyanı bahane edilerek, o güne kadar gizli tutulan Şark Islahat Planı 15 Şubat 1925’te açıklandı. Kürtler kimliğinden vazgeçme ve Türkleşme dayatması temelinde inkâr, imha ve asimilasyon sürecine alındı. Buna karşı çıkarak, “Ben elimi Kürt kardeşlerimin kanına bulaştırmam” diyen Fethi Okyar kabinesinin hükümetten düşürülmesi ve yerine İngiltere yanlısı İnönü hükümetinin başa getirilmesiyle tek şef, tek parti, tek ülkü, tek dil, tek tek nakaratları altında otoriter cumhuriyet dönemine (1925-45) geçildi.
Bu durumla cumhuriyet ne tarafa evirildi?
Sonuç cumhuriyeti demokratik temelde kurmak isteyen toplumsal güçlerin demokratik ittifakının tasfiyesi, yerine İngiltere-Yahudi sermayesi-ittihatçı bürokratlar ittifakına dayalı Beyaz Türkçü hegemonyanın ikamesi oldu. Bu hegemonya altındaki cumhuriyet, tekçilik adına demokrasinin rafa kaldırıldığı, kurucu toplumsal güçlerin sistem dışına atıldığı, temeline Kürt sorununun çözümsüzlüğünün yerleştirildiği inkâr ve isyan kısır döngüsüne alınmış günümüze kadar bu nedenle hep OHAL, sıkıyönetim ve darbelerle yönetilebilen otoriter bir cumhuriyete dönüştürüldü. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hegemonyayı devralan ABD de Kürt sorununu çözümsüz bırakma ve tekçilik adına Kürtleri, Çerkesleri, Lazları, Sosyalistleri, Ümmetçi Müslümanları dışlama politikasını sürdürür. Bu temelde 1950’lerden itibaren NATO’ya bağlanan Gladio kontrolündeki cumhuriyet dönemine geçildi.
“Gladio kontrolündeki cumhuriyeti" diye tariflediğiniz dönemi nasıl ele alabiliriz?
1945 sonrası ABD hegemonyası altında NATO’ya da giren Türkiye Cumhuriyeti, İngiltere korumasından ABD-NATO Gladio korumasına geçer. 1950 ve sonrası tüm askeri-siyasi yapı, Gladio’nun denetimindedir. Bunlar eliyle, İkinci Dünya Savaşı sonrası tüm dünyada faşizme karşı demokrasinin zaferini ilan ettiği gelişmelerin Türkiye’de devlet ve toplum yapısına ve hukuka yansıması da engellenecekti. Bu temelde Gladiocu kontrol altındaki cumhuriyet dönemi boyunca çokça bahsi geçen demokrasi de, güdümlü demokrasi olmaktan öteye gidemedi. On yılda bir yapılan darbeler ve 1990 sonrası post-modern darbelerle temsili demokrasiye bile geçit verilmedi. Bütün bu darbelerin arkasında da Türkiye’de “Seferberlik Tetkik Kurulu (STK), Özel Harp Dairesi, MGK, JİTEM, Ergenekon, Paralel Devlet, Özel Gladio Koalisyonu” gibi adlar altında faaliyet yürüten NATO Gladiosu çıkıyordu. Süreç boyunca tüm demokratik cumhuriyet denemeleri bunların provokasyon, komplo ve darbeleriyle akamete uğratıldı. Örneğin 1970’lerde Denizlerin öncülük yaptığı “Demokratik Türkiye”, “Demokratik Anayasa” eksenli demokratik cumhuriyet çıkışı da 1971 Gladio darbesiyle akamete uğratıldı. Fakat bu darbe Kürtlerin de dâhil olduğu demokratik sosyalist gelişmeyi durduramayınca 1980 Gladio darbesi devreye konuldu. Bu darbeyle günümüze kadar süregelen Türk-İslam sentezine dayalı ikinci cumhuriyet inşa edildi.
Bu temelde 1993’ten itibaren içine girilen süreç, Abdullah Öcalan’ın hem mevcut ulus devletleri demokratik anayasal birliğe çekme hem de toplum yapısında gelişen demokratik cumhuriyet arayışlarına yanıt verme sürecidir. Ancak tüm süregelen demokratik cumhuriyet girişim ve çabaları da Gladio yöntemleriyle boşa çıkarıldı, çıkarılmaya devam ediliyor.
Bu süreçte Türkiye demokratik sosyalist hareketi bir daha belini doğrultamayacak duruma getirilirken, sınır dışına çıkmayı başaran Abdullah Öcalan’ın öncülük ettiği hegemonyadan bağımsız, özgüce dayalı özgür, demokrat sosyalist Kürtlük, 1990’lara geldiğinde kitleselleşmişti. Bundan sonrası, açığa çıkın bu özgür Kürt halk iradesini başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu halklarının özgür, eşit, gönüllü demokratik birlik iradesiyle buluşturma, bunun demokratik anayasası temelinde demokratik cumhuriyetine varma süreci olacaktı. Bu temelde 1993’ten itibaren içine girilen süreç, Abdullah Öcalan’ın hem mevcut ulus devletleri demokratik anayasal birliğe çekme hem de toplum yapısında gelişen demokratik cumhuriyet arayışlarına yanıt verme sürecidir. Ancak tüm süregelen demokratik cumhuriyet girişim ve çabaları da Gladio yöntemleriyle boşa çıkarıldı, çıkarılmaya devam ediliyor.
Abdullah Öcalan’ın 1993’lerden itibaren süregelen demokratik cumhuriyet girişimlerine karşı nasıl bir konum aldılar?
Abdullah Öcalan’ın 1993’ten bu yana süregelen demokratik cumhuriyet temelinde sorunu çözme girişimleri, uluslararası ve yerel Gladio yöntemleriyle engellendi. Örneğin ’93 demokratik cumhuriyet girişiminin muhatabı Özal’a yönelik darbe, ’95 demokratik cumhuriyet denemesinin mimarı Öcalan’a yönelik bombalı 6 Mayıs 1996’daki suikast da Gladio yönelimiydi. Daha sonra Erbakan ile girişilen demokratik cumhuriyet sürecine karşı Çevik Bir darbesi de bir post-modern Gladio darbesiydi. Ardından dolaylı yoldan dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ve Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu ile aracılar üzerinden geliştirilen demokratik cumhuriyet deneyimine de Hüseyin Kıvrıkoğlu’na 5 Kasım 1997’de yapılan suikast girişimiyle yanıt verildi. Ama kurşun isabet etmemişti. Daha sonra Genelkurmay Başkanlığı döneminde de gündeme gelen 1 Eylül 1998 demokratik cumhuriyet girişimine karşı da ABD’nin başını çektiği 9 Ekim 1998-15 Şubat 1999 arası NATO Gladiosu üzerinden yürütülen kapsamlı uluslararası takip ve korsanca kaçırılarak İmralı tecrit sistemine alınmayla yanıt verildi. Ancak Öcalan İmralı sürecinde de demokratik cumhuriyet çabalarını, Başbakan Ecevit’in temsilcisi üzerinden dolaylı diyalog yoluyla demokratik cumhuriyet eksenli sürdürdü. 1999-2002 arası döneme tekabül eden bu süreçte silahlı güçleri yurt dışına çekerek barış grupları getirerek demokratik cumhuriyete katılım kararlığını gösterdi. Bu temelde nihai çözüm için tek istediği yasal bir düzenlemeydi. Ki bu amaçla düşünülen Rahşan affının MHP’nin baskısıyla süreç aleyhine daraltılıp işlevsiz hale getirilmesi, ardından Bülent Ecevit’in felç edilmesiyle akamete uğratıldı. Aynı süreçte Necmettin Erbakan’a siyaset yasağı ve partisinin kapatılması, CHP içi darbe ile Deniz Baykal’ın başa getirilmesi, HADEP’e seçim barajı gibi yöntemlerle alternatiflerinin olmadığı Baykal-Erdoğanlı seçimlerle AKP’nin 2002 sonlarında iktidara getirilişi, Baykal-Erdoğan gizli görüşmesi ve devamı gizli görüşmelerle her defasında demokratik cumhuriyet girişimleri boşa çıkarıldı.
AKP’nin iktidara gelişiyle birlikte Abdullah Öcalan’a yönelik nasıl bir yönelim ortaya çıktı ve sonuç olarak nereye gelindi?
Zaten 2002’de iktidara gelir gelmez ilk yaptıkları Öcalan’a yönelik üç aylık kesintisiz tecrit oldu. Sonrası da iktidarı boyunca tecrit politikasını adım adım daha da ağırlaştırmak oldu. Öcalan’ın, iktidara geldiği dönemde AKP hükümetine önerdiği “Demokratik Cumhuriyete Katılım Yasası”na yanıt “Pişmanlık Yasası” oldu. Ardından 1 Haziran 2005 yasalarıyla tecridin daha da derinleştirilmesi ve TMK kapsamının daha da genişletilmesi geldi. Sonrası Yaşar Büyükanıt-Erdoğan gizli görüşmesi, KCK operasyonları, bölgeye on bin imam kadrosu, Hizbullah tutuklularının serbest bırakılması, baraj ve kalekol inşaatları, İran ile gizli görüşme ardından Kandil saldırısı ile Oslo sürecinin akamete uğratılması oldu. HDP heyetiyle yürütülen 2013-15 süreci de MGK’nin diz çöktürme planı ardından Ergenekon tutuklularının serbest bırakılması ve Erdoğan’ın Dolmabahçe Mutabakatı’nı tanımayan sözleriyle akamete uğratıldı. Sonrası Öcalan’ın mutlak tecrit altına alınması, HDP’ye yönelik tutuklamalar ardından tezgâh özelliği kuvvetle muhtemel 15 Temmuz darbe girişimi gerekçe yapılarak, 2018 yılından itibaren yasama, yürütme, yargı, medya, bilim, sanat, üniversite, ordu ve bürokrasiyi tek kişiye bağlayan tek adam rejimine geçiş oldu.
Gelinen aşamada Cumhuriyet “tek adam” dönemini yaşıyor. Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sahte “Başkanlık Sistemi” söylemleri altında tıpkı 1925-45 tek şef, tek parti rejiminin beyazdan yeşile renk değiştirerek yeşil hegemonya, ardından siyah-beyaz-yeşil hegemonyaların ortak koalisyonu tarzında güncellenmesini ifade eden bir döneme geçilmiştir. Siyasal bilimde tanımı yapılan yönetim yetkisini yatay (eyalet, vilayet, belediyelere yetki devri, vali, kaymakam, emniyet amirlerinin seçimle gelmesi, özerk belediye, özerk üniversite, özerk medya) olarak örgütlenme özgürlüğüne sahip kılınan birey ve topluma yayan, dikey olarak da kuvvetler ayrılığı, temsilciler meclisi ve senato şeklinde iki meclisli denge ve denetleme, bağımsız-özerk jürili yargı ve hukukun üstünlüğü esasına dayalı başkanlık sistemiyle hiçbir alakası olmayan, tamamen kapitalist hegemonyanın küresel sermaye ve Finans kapitalin 21. yüzyıl çıkarlarına göre dizayn edilen bir tek adam rejimidir. OHAL ve KHK’lerle yürütülen bu süreç, baskıcı, güvenlikçi, tekçi, dinci, milliyetçi, cinsiyetçi söylemler üzerinden bir yandan Kürtler üzerinde inkâr, imha, ekonomik, sosyal ve kültürel imha ve asimilasyon seferlerine hız verildi. Tekçilik adına ötekileştirilen Kürtler ve diğer farklı toplumsal gruplar ve inançlarla birlikte tüm muhalif sosyalistler, radikal, muhafazakâr ümmetçi-demokrat Müslümanlar, hatta liberal demokratlar, akademisyenler, üniversite öğrencileri velhasıl tüm liberal, muhafazakâr ve radikal demokratlar hedef haline getirildi. Bu temelde tek adam rejimi, yasama, yürütme, yargı, ordu, üniversite, medya, bürokrasi, bir bütün olarak tekçi söylemlerle devleti, ülkeyi ve toplumu ve bireyi kendi tekeline aldı.
Abdullah Öcalan yüzüncü yılına girecek olan Cumhuriyeti, demokrasiyle taçlandırmaktan söz ediyor, bu mümkün mü?
Nasıl ki 20. yüzyılın ilk çeyreğinde benzer süreçten çıkış demokratik cumhuriyet fikri ve bunun kısmen de olsa uygulanmasıyla aşıldıysa; 21. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanan krizden çıkışın yolu da cumhuriyetin kuruluş dönemi toplumsal güçlerinin demokratik anayasa ittifakının sağlanmasından geçiyor.
Evet mümkündür. Nasıl ki 20. yüzyılın ilk çeyreğinde benzer süreçten çıkış demokratik cumhuriyet fikri ve bunun kısmen de olsa uygulanmasıyla aşıldıysa; 21. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanan krizden çıkışın yolu da cumhuriyetin kuruluş dönemi toplumsal güçlerinin demokratik anayasa ittifakının sağlanmasından geçiyor. Dönem, artık cumhuriyeti ideolojikleştirmeyen, tek bir etnisiteye ve dine bağlamayan, onu bir demokratik çatı örgütü olarak görüp, demokratik ortak vatanda yaşayan herkesin ve her kesimin cumhuriyeti haline getirecek kapsayıcı bir hukuki tanıma kavuşturmak dönemidir. Bunun için cumhuriyetin kuruluş yıllarını ve 1921 Anayasası’nı baz alarak demokrasinin ve evrensel hukukun geldiği aşamanın ilke ve değerlerine göre güncelleştirmek, içini uluslararası sözleşmelerle güvenceye alınan üç kuşak bireysel ve kolektif hak-özgürlükleriyle doldurarak, bu temelde cumhuriyeti önümüzdeki yüzüncü yılında çağdaş demokrasiyle taçlandırmak mümkündür.
Bu duruma karşı süreklileşen engeller ve tehditlerden söz ettiniz. Bu tehditleri kimler bertaraf edip, bunu mümkün kılabilir?
Cumhur İttifakı da Millet İttifakı da bunu gerçekleştirebilecek zihniyet, hedef ve programa sahip olmadığından geriye Üçüncü Yol denilen Demokratik Anayasa Hareketi, Demokratik İttifak veya Demokratik Ulus Bloğu (HDP) kalıyor. Bu blok, toplumun yüzde onunu temsil eden yozlaşmış finans kapitalin oligarşik tekel, talan ve sömürüsüne karşı yüzde 90’ı temsil eden herkesin, tüm ezilenlerin, sömürülenlerin, işçilerin, çiftçilerin, çevrecilerin, feministlerin ve sistemden dışlanan tüm ötekileştirilenlerin ortak mücadele bloğudur. Hedefleri de birleşik demokratik ittifak cephesini (Demokratik Anayasa İttifakı) tabandan örerek yerel kongrelerine taşımak, oradan kaynağını alan partisini büyüterek, yüzde 15’leri aşarak iktidara gelmektir. Bu temelde iktidara geldiklerinde tüm mevcut geri antidemokratik yasa ve anayasaları değiştirerek, cumhuriyeti demokrasi ve onun demokratik anayasasıyla taçlandırabilecektir. Zaten zihniyet, hedef ve programları da bu yöndedir. Son tahlilde bütün mesele, İspanya Demokratik Anayasa Hareketi örneğindeki gibi yüzde 15’leri yüzde 30’lara-80’lere çıkararak, iktidara gelmeyi başarma meselesidir ki, sonucu belirleyecek, yani gerçek anlamda demokratik cumhuriyeti ve onun demokratik anayasasını getirecek olan da bu yolun başarısı olacaktır.
MA / Mehmet Aslan