Üç Fidan’ın mücadele hedefi: Sosyalizm 2023-05-05 09:00:20   İSTANBUL - Üç Fidan’ın mücadele hedefinin sosyalizm olduğunu belirten HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü, Kürtlerin bu mirasa sahip çıktığını vurguladı.    Türkiye devrimci hareketin önderlerinden Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın 6 Mayıs 1972’de idam edilmesinin üzerinden tam 51 yıl geçti. “Üç fidan” olarak halkların mücadelesinde simgeleşen Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idam edilmesine giden süreç, 12 Mart 1971 darbesiyle başladı. Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) gibi birçok örgütlenmenin içerisinde yer alan Gezmiş, İnan ve Aslan 1971 yılında Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun (THKO) kuruluşunu ilan etti. Gezmiş, İnan ve Aslan bu kuruluşun ilanından sonra başlattıkları bağımsızlık mücadelesinden sonra hedef haline geldi. Nurhak Dağı'nda gerilla mücadelesi başlatan THKO militanlarının yanına gitmek isteyen Deniz ve Yusuf, 16 Mart'ta Sivas'ta yakalandı. Yusuf, Şarkışla'da yaralı olarak, Deniz ise Gemerek'te girdiği çatışma sonucu yakalandı. Hüseyin ise 23 Mart 1971'de Kayseri'nin Pınarbaşı ilçesinde düştüğü bir pusuda yoldaşı Mehmet Nakipoğlu’yla yakalandı.   İDAM KARARI VE İTİRAFLAR   Ankara 1 No’lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde 16 Temmuz 1971’de yargılanması başlayan Gezmiş, Aslan ve İnan’a, 9 Ekim 1971’de “Anayasayı silah zoruyla değiştirmek” iddiasıyla idam cezası verildi. Süleyman Demirel’in başkanlığındaki Adalet Partisi’nin 251 milletvekilinden 218’inin kabul oyu verdiği ve 33’ünün katılmadığı bu oylamaya, toplamda 323 vekil katıldı. Denizlerin idam cezası, 273 “Evet” oyuna karşı 48 “Hayır” oyu ile Meclis’ten geçti. İdamının engellenmesi için birçok girişim olsa da Üç Fidan 6 Mayıs 1972’de Ulucanlar Cezaevi’nde idam edildi. İdam için yıllar sonra Demirel, “Soğuk savaşın talihsiz olaylarından biri” derken, idam kararı veren mahkemenin askeri savcısı Baki Tuğ, "Elbette ki idam cezası şart değildi. Duruşmalarda eğer birazcık mahkemeye saygılı olmuş olsalardı, bu gençler idam edilmezlerdi. Ancak bu çocuklar mahkemede çok sert, haşindi" itiraflarında bulundu.   ÜÇ FİDAN’IN SON SÖZLERİ   İdamlarından sonra birçok filme ve şarkıya konu olan Üç Fidan’ın son sözleri ise, 51 yıl geçmesine rağmen hafızalardaki yerini koruyor. Yusuf Aslan’ın, çıkarıldığı idam sehpasında son sözleri, "Ben ülkemin bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu için bir defa ölüyorum. Sizler, bizi asanlar şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz. Biz halkımızın hizmetindeyiz. Sizler Amerika'nın hizmetindesiniz. Yaşasın devrimciler! Kahrolsun faşizm!" olurken; Hüseyin İnan’ın ise son sözleri, "Ben şahsi hiçbir çıkar gözetmeden halkımın mutluluğu ve bağımsızlığı için savaştım! Bu bayrağı bu ana kadar şerefle taşıdım! Bundan sonra bu bayrağı Türk halkına emanet ediyorum! Yaşasın işçiler, köylüler ve yaşasın devrimciler. Kahrolsun faşizm!" oldu.   Deniz Gezmiş ise, "Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizmin, Leninizmin yüce ideolojisi! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi! Kahrolsun emperyalizm! Yaşasın işçiler, köylüler!" şeklindeki son sözleriyle Kürt halkının bağımsızlık mücadelesinin başlangıç tohumunu ekerken, aynı zamanda Kürt ve Türk halklarının bağımsızlık mücadelesini ayrı bir noktaya taşıdı.   Mahir Çayan ve arkadaşları ile birlikte Denizlerin idamını engellemek için yola çıkan isimlerden biri olan ve şans eseri katledilmekten kurtulan Halkların Demokratik Partisi (HDP) Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü, Üç Fidan’ı ve mücadelelerini anlattı.   Devrimci hareketin üniversitelerde gelişmesiyle Yusuf ve Hüseyin ile 1967’de, Deniz ile 1968’de tanışan Kürkçü, Deniz Gezmiş’i öğrenci hareketinin öncülüğüne taşıyan sürecin, İstanbul Üniversitesi’nin 1968’deki işgali ve aynı yılın yaz ayında Amerikan 6’ncı filosunun İstanbul’u ziyareti dolaysıyla patlak veren öğrenci protestoları içerisinde oynadığı istisnai rol olduğunu söyledi.    Ertuğrul Kürkçü   O dönemler bir “Deniz eylem adamıdır” efsanesi olduğunu söyleyen Kürkçü’nün sorularımıza verdiği cevaplar şöyle:    Üç Fidanı nasıl anlatırsınız, nasıl bir mücadele yarattılar, bunun tohumları nasıl atıldı?    Deniz dendiği gibi sadece eylemci değildi. Ne kadar derin düşünen bir insan olduğunu idam sehpasına çıktığında anladık. O özlü sözleri son soluğunda söyleyebilmesi için insanın çok düşünmüş, tartmış, kendini ve dünyayı çokbilmiş olması gerekirdi. Fakat Deniz hem yapısı hem mizacı gereği hem de kitlelere dönüp baktıklarında daima bir baş yukarıda gördükleri bedeni, duruşu, heyecanıyla kendisini aslında bu mücadeleye çok önceden beri hazırlamış bir insandı. Bir fedai ruhuna sahip oluşuyla insanları kendine baktıran, mıknatıs gibi çeken bir karakteri vardı. Çok kısa zamanda çok fazla mesuliyet üstlendi. Denizler arayış içerisinde, “Başka bir siyaset mümkün” diyorlardı. Bu terimlerle söylemedilerse de başka bir siyasetin mümkün olduğunu fiilen ifade ettiler.       Deniz o hareketin popüler lideriyse, Yusuf onun sahadaki işçisi, Hüseyin’de teorik ve örgütsel lideriydi. Bu açıdan baktığımızda biri olmasa diğeri olmazdı.    Böylelikle öğrenci hareketi içerisinden çok doğal bir lider doğdu. En önemlisi bugün geriye dönüp baktığımız zaman, kimsenin daha önceden gitmediği bir yolu açmak için en çok yaşam enerjisi, ikinci olarak cesaret lazım gelir. Bu ikisi de Deniz’de bolca vardı. Türk devleti başkaldırıya karşı bin yılın deneyimine öylesine sahiptir ki çizgiyi aşan herkesin bunu hayatıyla ödediği Türkiye’de bilinen bir derstir. Deniz kendisine bir “Halk Kurtuluş Ordusu” kurdu. Hiçbir ordu ikinci bir orduyu affetmez. O nedenle Deniz bütün bunları bilmiş, hissetmiş, anlamış, göze almış bir insandı ve bunun sözünü çok az ederdi. Sıra ona geldiğinde, celladıyla karşı karşıya geldiğinde bunu telaffuz etti. O herkesin dönüp baktığı, fikrini merak ettiği, onayını almak istediği bir insandı. Bugün 6 Mayıs’ta arkadaşlarımızı anarken Hüseyin’le Yusuf’un ister istemez Deniz’in heybeti karşısında gölgede kaldıklarını görüyoruz. Deniz hem kırda hem kentte ismini duyduğunuz zaman dönüp bakacağınız biriydi. Hüseyin ve Yusuf her yerde varlardı, Deniz her yerde yoktu. Ama öndeydi, sözü dinleniyordu, öğrenci hareketinin lideriydi.    Diğer arkadaşlarımız daha çok öğrenci hareketinin işçileriydiler. Fakat hakkını teslim etmemiz gerekir ki, bu üç arkadaşımızın hayatlarını feda ettikleri mücadelenin örgütleyicisi, fikri önderi, o teşkilatı toparlayan insan Hüseyin İnan’dı. Bu yanı çok az bilinir. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’ndan mahkeme savunmalarını bir kenara bırakırsak geriye bir yazılı belge kaldı: Türkiye Devriminin Yolu. Bunu cezaevindeyken Hüseyin İnan yazdı ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu aslında yola çıktıktan, birçok ferdini kaybettikten ve idam sehpasının eşiğine geldikten sonra aslında kendi yaptıklarını anlamlandıran bir metinleri oldu ki, bunu da Hüseyin İnan yazmıştı. Dolayısıyla Deniz o hareketin popüler lideriyse, Yusuf onun sahadaki işçisi, Hüseyin’de teorik ve örgütsel lideriydi. Bu açıdan baktığımızda biri olmasa diğeri olmazdı.     Üç Fidan’ın mücadelesi Türkiye halklarına neler kazandırdı?    Ben Denizlerle olan arkadaşlığımdan da hep kazançlı çıktım. İki türlü kazançlı çıktım. Birincisi, hepimiz gibi önümde bir örnek vardı, ayak izlerine basarak yürüyebileceğimiz, hayat karşılığı verilmiş bir örnek. İkincisi de bunun yarattığı etki vardı. Askeri cezaevlerinde her zaman “düşmansınızdır.” Vanlı bir asker çok zulüm edince, “Niye böyle yapıyorsun?” dediğimde, “Bu kapıdan giren herkes benim düşmanımdır” demişti. Malatya Cezaevi’nde de bir tanesi vardı. Herkese zulmediyordu, fakat bana biraz daha az ediyordu. Ben “Niye?” diye sordum. “Sen Deniz’in arkadaşısın, ben sana vuramam. Eşim bana, ‘Ona bir şey yaparsan bir daha eve gelme’ dedi.” Düşünün Deniz Ankara Kapalı Cezaevi’nde idam sehpasında hayatını verirken, Malatya’nın bir köyünde bir genç kadın onu burasına yerleştirdi ve eşine de “Onun arkadaşına bir şey yaparsan, eve gelme” dedi. Bu hiçbir şeyle ölçülemeyecek bir etki. Bunun metresi, santimi, kilosu, hacmi vesairesi yok.    Bu bir tarihsel kazanım ve doğrusu ben bu mücadelede onların varlıkları ve ortaya koydukları, dolayısıyla hem kendim için bir örnek elde etmiş oldum hem de bunun halktaki etkisini gözleme fırsatına sahip oldum. Nitekim ondan sonra Kürt özgürlük mücadelesi bunu kendi diline tercüme etti. Kuzey Kürdistan’a gittiğimizde, her köye, mahalleye gittiğimizde, her geniş ailede bir Deniz muhakkak buluruz. Birisinin çocuğunun adı Deniz’dir. Ve bugün kız ya da oğlan bu Denizlerin hepsi şimdi artık özgürlük hareketinin hemen hemen hepsi içindeler. Büyüdüler, kocaman insanlar oldular ve birçok Deniz’le tanışıyoruz. Çünkü özgürlük hareketi de burada kendisine ortak mücadeleye bağlayabilecek bir damar buldu. Ve bu ortaklıktan hem kendisi için bir model kurdu hem de buradan güç kazandı ve Türkiye devrimci hareketiyle bir diyalog kurdu. HDP bu diyalogdur aslında. Deniz’in sözlerinin ve yaklaşımın Kürtçeye ve Kürtlerin haline tercümesinden ortaya çıkmıştır. Tabi ki kendi geleneğiyle bütünleşmiş, kendi komünalitesi içinde onun suyuyla yıkanmış ama bugün bu ortak dil bugün bizi işte sizinle buluşturuyor, konuşturuyor. Bu az şey mi? Bu bağ başka türlü kurulamazdı ve kurulamadı da zaten. Öbür türlüsü tarikat ya da medrese beraberliğiydi. Bu geleneksel topluma ait bir ilişkiydi. Modern bir ilişki, bugüne ait kentsel bir dönüşüm dinamiğinin bir parçası olan bir ilişki, bu vesileyle kurulmuş oldu.    Denizlerin, Yusufların, Hüseyinlerin bıraktığı miras ne oldu ve bu mirasa ne kadar sahip çıkıldı?    Benim gördüğüm kadarıyla sosyalistler bu mirası sahipleniyorlar. Bunu inkâr eden kimseyi görmedim. Fakat şartlar, ortam, insanlığın hali bir nebze değişti. Şimdi yeni çağın kendi devrimci hareketi gelişiyor. Hem sırtına alıyor bu mirası hem de dönüştürüyor. Şimdi düşünsenize; 1968’de “Kırdan kente ilerleyen” bir devrim stratejisinden konuşurken, Türkiye nüfusunun yüzde 70’i köyde yaşıyordu. Şimdi Türkiye nüfusunun yüzde 80’i kentlerde yaşıyor. Devrimin ya da sosyal yaşamın mekanı değişti. Türkiye’de hemen hemen herkes işçileşti. O zaman “İşçinin önderliği ideolojik midir, fiili midir” diye tartışıyordunuz. Şimdi işçinin içine karışmadığı hiçbir halk hareketi yok. Fabrika merkezli bir kapitalizmden bilgi-bilişim eksenli bir kapitalizme doğru geçiyoruz.      Yeni devrimci imkanlar, Kurdistan özgürlük hareketiyle birlikte ortaya çıktı ve bugün Kurdistan’ın bütün parçalarını sardı.    Türkiye’de de hem bölgesel dinamikler hem Türkiye ve Kuzey Kürdistan dinamikleri çerçevesinde yeni bir değişim rüzgarı ortaya çıktı. Türkiye’deki mücadelenin tamamen yıkıldığı, devletin her şeye hakim olduğu fikri güç kazanırken, yeni bir hareket başladı ve bu hareketin bütün motivasyonunun aslında 1972 devrimcilerinden geldiğini, öncülerinin onu kendi fikriyatına tercüme etmek için verdiği uzun gayretlerin soncu olduğu görüldü. Hareket kendini bir “işçi partisi” olarak kurdu. Yani kendisini geleneksel ulusalcılığın ötesinde özgürlükçü, anti-emperyalist, demokratik ve sosyalist bir hat üzerine yerleştirdi. Özal ve o zaman iktidardakiler bunun eski Kürt isyanlarından biri olduğunu düşündü. Süleyman Demirel 93’te, “Bu 28’inci Kürt isyanı” demişti. Bu bir yanıyla belki doğruydu ama onlardan çok farklıydı. Kürdistan devrimci hareketinin 1971-72 Türkiye devrimci hareketiyle bir miras alışveriş içerisinde olduğunu söylesem de bu boyut bizde hiç olmayan bir şeydi. Kadının hem mücadeleci hem de dönüştürücü varlığı hem de onun varlığının yarattığı yeni devrimci imkanlar, bence Kurdistan özgürlük hareketiyle birlikte ortaya çıktı ve bugün Kurdistan’ın bütün parçalarını sardı.     Bu mücadele nasıl bir noktaya taşındı?    Şimdi milyonlarız. Bu muazzam bir aşama. Türkiye’nin bütün siyasi topografyası değişti ve evet Öcalan HDP’nin -Sebahat Tuncel ve benim başkanlığa geldiğimiz- kongresine gönderdiği mesajda, “72’nin emanetini bugüne kadar taşıdım. Şimdi size devrediyorum” derken, sadece edebiyat yapmıyordu. 72’nin neredeyse bütün devrimci damarları HDP’de, Kürt özgürlük mücadelesinin bütün damarlarıyla birleşebileceği bir siyasi mekan yarattı. Bu dahiyane bir şeydir. Bu hiç kimsenin kabul etmediği, olacağına inanmadığı, imkan vermediği bir şeydi ve bunun hala sonuçlarıyla zaman zaman yüzleşiyoruz. Hangi Kürt derneğine girseniz, Türkiye, Avrupa ya da dünyanın herhangi bir yerinde Öcalan’ın portresini görürsünüz, Seyit Rıza’yı görürsünüz. Ondan sonra Deniz Gezmiş’i, İbrahim Kaypakkaya’yı, Yılmaz Güney’i görürsünüz. Mahir Çayan’ı görürsünüz. Bu sosyalizme, Türkiye devrimci hareketinin mirasına bağlılığın günlük hayata tercüme edilmiş halidir.       Kürt yurtseverliğiyle, sosyalizm arasında kopmaz bir bağ var. Kürt yurtseverliği aslında köklerini Kürt komünalizminden alıyor. Ortak yaşam damarlarının ayakta kaldığı yerlerde bu hareket gelişti.   Bu konuda tereddüdü olan bir Kürt yurtsever tanımıyorum. Kürt yurtseverliğiyle, sosyalizm arasında kopmaz bir bağ var. Kürt yurtseverliği aslında köklerini Kürt komünalizminden alıyor. Ortak yaşam damarlarının ayakta kaldığı yerlerde bu hareket gelişti. Niye önce en şehirleşmiş yerlerde değil de Botan’da gördük hareketin parladığını? Çünkü komünal damarlar en çok orada canlıydı. O nedenle bu ikisi arasında bir aidiyet kuramayan, buna bir mana veremeyen birinin ne Türkiye ne Kürdistan sosyal hayatı hakkında bir fikri olabilir gibi gözüküyor bana. 1971-72’de şöyle düşünülüyordu: “Türkiye’de sosyalizm olunca elbette Kürtlerde kurtulacaktır.” Ama şimdi Kürtler kurtulmadan sosyalizm olamayacağı bilgisine eriştik. Eskiyi “Biz neydik o zamanlar?” diye anlatamayız. Çünkü her geçen gün daha ileriye gidiyoruz. Ama o ayak izleri olmasaydı da onlara basmadan buraya gelemezdik. O yüzden baktığımızda, evet hem farklıyız hem aynıyız. Aynı istikamette devam ediyoruz. Ama çok daha geniş ve çoğul bir alan üzerinde.   Sahiplenilen o miras neydi?    O miras var olan statükoyla yetinmemektir. Size dayatılmış hayatı sorgulamaktır. Özgürlüğü her an aramaktır ve özgürlüğü çelen her şeyle eşit ölçüde mücadele etmektir. Kadının özgürlüğünü çelen, işçinin, Kürdün özgürlüğünü çelen her şey aslında aynı kökten kaynaklanıyor. Sömürgecilik, kapitalizm, emperyalizm ve partiyarka bunların hepsi aynı kökten kaynaklanıyor. Dolayısıyla biz şimdi burada bu mücadelelerin hepsini birbirine kaynaştıran, birbiriyle bağdaştıran bir yeni dönemdeyiz. Ve bu dönem bize yepyeni imkanlar açıyor. O nedenle evet bizim deneyimiz Türkiye’de statükoyu yardı. O manada, sosyalist manada ilk devrimci hamleydi. Deniz, Hüseyin, Yusuf’un ve 1968-72’deki devrimcilerin ölümleriyle, İbrahim zindanda işkencede, Mahir ve arkadaşlarımız Kızıldere’de, Sinanlar Nurhak’ta ve Denizler idam sehpalarında can verirken, uğrunda mücadele verdikleri hedef sosyalizmdi. Bundan şüphe edilemez. Bundan daha net ve açık hiçbir şey olamaz.    Deniz Gezmiş’in idam sehpasındaki son sözleri, bugüne nasıl bir ışık tuttu, etkileri neler oldu?    Deniz’in sözlerinin içindeki en önemli şey Türkiye sosyalist siyasi hareketi ve genel siyasi hareket içerisinde çok mühim bir anda Kürtlerin adının varlığının, haklılığının ve ortaklığının ilk kez altı çizilerek telaffuz edildiği bir siyasal söylem bu. O kadar kıymetli ki, Deniz’le beraber Kürtlerin adı ve mücadeleleri siyaset sahnesine, büyük sükûn döneminin ardından yeniden ortaya çıktı. Birçok insan derki, “Deniz aslında yaşasın Türk ve Kürt haklarının bağımsızlık mücadelesi derken, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını değil, her ikisinin emperyalizme karşı ortak bağımsızlık mücadelesini anlatmak istiyordu.” Varsın öyle demiş olmak istesin. Bu şuura sahip olmamış bir halkın başka bir halkla ortak mücadelesi söz konusu olabilir mi? Öyle olamayacağı için bu telaffuz çok çarpıcıydı. İkincisi yaşasın “Marksizmin, Leninizmin yüce ideolojisi” diyerek kendisini bütün öteki vatansever, demokratik, özgürlükçü, eşitlikçi düşünce sahipleriyle farkını anlatmaya çalışmıştır. Bu muhteşem bir şeydir. Türkiye’de sosyalistlerin onlarca yıl çalışıp, adım adım, köy köy, kasaba kasaba dolaşarak anlatmak istediği fikri bir seferde ve her yerden duyulacak şekilde ama hayatı pahasına anlatmaktır. Bence bu Deniz’in çok büyük bir hizmetidir sosyalist mücadeleye, Kürt halkına ve tabii ki Türkiye’nin bütün halklarına, kapitalizme, emperyalizme karşı mücadele edenlere. O nedenle neresinden baksanız yere göğe sığdıramayız.    Dönemin devlet ve iktidar yetkililerinin “Talihsiz olay” gibi açıklamaları çokça konuşuldu, tartışıldı. Bugüne gelecek olursak, bir demecinizde AKP-MHP iktidarını Denizlerin idamından sorumlu siyasetin akrabaları olarak tanımladınız. Nedir bu akrabalık, biraz açabilir misiniz?       Türkiye’de mevcut hakimiyet, rejimini sürdürebilmek için Kürtlerin haklarını inkar etmeden ileriye doğru tek bir adım atamayacakları için sömürgeci bir rejim olmaya mahkumdur. Erdoğan’ı bu manada Kenan Evren’den ayıran hiçbir şey yoktur.   AKP-MHP ortaklığı, 12 Mart’taki ve 12 Eylül’deki darbelerin bütün güvenlik icraatını devraldı. 12 Mart’ta, 12 Eylül’de neler olmuşsa, aşağı yukarı bunların hepsi daha lokal ve parçalı olarak daha uzun bir seyir içerisinde gerçekleşti. 12 Eylül’cülerin yapıp da Tayyip Erdoğan ve Bahçeli’nin yapmadığı ne var, kendinize sorun. Sonuçta tekçi ve egemenlikçi, türcü, cinsiyetçi bir hakimiyet biçiminin farklı kalıplar halinde sürdürülmesinden ibret. O nedenle aslında bütün öteki baskı rejimleri de birbirinin tekrarıdır. Türkiye’de de mevcut hakimiyet rejimini sürdürebilmek için Kürtlerin haklarını inkâr etmeden ileriye doğru tek bir adım atamayacakları için sömürgeci bir rejim olmaya mahkumdurlar. Rejimler bundan ötürü bir süreklilik gösteriyor. Özeti budur. Tayyip Erdoğan’ı bu manada Kenan Evren’den ayıran hiçbir şey yoktur. Süleyman Demirel’i de Kenan Evren’den ayıran hiçbir şey yoktur. 12 Mart rejimi Süleyman Demirel’in önüne getirdi, “Denizleri idam edelim mi, etmeyelim mi?” diye. O da “Edelim” dedi. Daha başka ne desin? Ben da daha onun için başka ne diyeyim!   MA / Rukiye Adıgüzel