30 yıl sonra tahliye olanlar: Kanseri aspirinle tedavi etmeye çalışıyorlardı 2022-05-07 09:06:50 MARDİN - Cezaevinden çıkmalarının özgürlük olarak değerlendirilemeyeceğini söyleyen Ömer Çeken ve Hüseyin Bozkurt, “Cezaevinde kanseri aspirin ile tedavi etmeye çalışıyorlardı. Yaklaşım buydu. Ağır hastayı ayağa kaldıran yoldaşlık ruhuydu” dedi.  Şırnak’ın İdil ilçesine bağlı Xirabê Ripin (Tepeköy) köyünde 3 Mart 1992 yılında yaşanan olaylar nedeniyle Ekrem Akman ve Şükrü Akman kardeşler ile birlikte tutuklanan Hüseyin Bozkurt ve Ömer Çeken de, 30 yıl sonra tahliye edildi. 24 Şubat’ta Samsun Bafra Cezaevi’nden çıkan Ömer Çeken (60) ve Elazığ Karakoçan Cezaevi’nden çıkan Hüseyin Bozkurt (65), 30 yıllık tutukluluk ve yaşadıklarını Mezopotamya Ajansı’na (MA) anlattı. Ömer Çeken ve Hüseyin Bozkurt, 30 yıl tutukluluğun ardından adapte olmakta en fazla zorluk çektikleri durumun evin içinde sürekli kendilerine “Baba, dayı” diye seslenmesi olduğunu söyledi.      30 yıl tutuklu kaldınız. Türkiye’deki hukuk sistemini nasıl tanımlarsınız?    Hüseyin Bozkurt: Aslında kimse tahmin etmiyordu 30 yıl kalacağını. Fakat o dönemin hukuku, psikolojik savaşın bir parçasıydı. Yani insanları gerçeklikten nasıl koparacağını hesaplayan bir hukuktu. Kürtleri nasıl Kürtlüklerinden uzaklaştırırız meselesiydi. Yani yürütülen kanunlarla, kişinin şahsında ailesini de cezalandırmak amaçlanıyordu. O zamanlar Türkiye’nin hukuku hukuk değildi. Bugün de o dönem yapılan yargılamaların tamamı AİHM’den geri dönüyor.      O dönemin hukuku, psikolojik savaşın bir parçasıydı. Yani insanları gerçeklikten nasıl koparacağını hesaplayan bir hukuktu. Kürtleri nasıl Kürtlüklerinden uzaklaştırırız meselesiydi.   Ömer Çeken: Ne kadar kalacağımızı bilmiyorduk. Mahkeme ve cezaevi tecrübemiz de yoktu. Bilmiyorduk ama hukukları bir şeyi daha anlatıyordu. Halkın gözünü, ailelerin gözünü korkutmak, insanları uzaklaştırmaktı amaçları. Yani bir insanın ihbarı ile bir araştırma yapmadan, 25 yıl, 36 yıl hapis verebiliyorlardı. Bu kadar ceza vermezler diyorduk. 12 insana 36 yıl versinler, kimse bunu tahmin etmiyordu.    Cezaevinde günleriniz nasıl geçiyordu? Unutamadığınız anılarınızdan örnek verebilir misiniz?   Hüseyin Bozkurt: Zaten cezaevini bu yaşanan süreçten ayrı tutamazsınız. Yürüttükleri kanuni uygulamaların gözler önünde olması, devamında 17 bin insanın faili meçhul şekilde öldürülmesini ayıramazsınız. Yani yaşamları hakikate göre olmuyor. Cezaevi yaşamımız; kitap okuyarak, kendimizi ayakta tutmak için spor yaparak geçiyordu. Hayallerimize ters düşmeyelim diye uğraşıyorduk. Zaten esaret, adı üstünde esirsiniz. Esaret altındaki yaşam nasıldır derseniz, her şey elinden alınmış fakat bilinçli olur ve hayallerin olursa, hayallerine göre yaşarsan ancak kendini ayakta tutabilirsin. Bu şekilde biz de kendimizi ayakta tuttuk. Cezaevinde fiziki saldırılar da vardı.    Ömer Çeken: Tecrübemiz yoktu ama duyduklarımız vardı. Arkadaşlar da yardımcı oldular. Cezaevinde yoldaşlık olmazsa, arkadaşlarla diyalog olmazsa ve insan kendi iradesini güçlendirmezse kalamaz içeride. Yoldaşlarla ilişkiler, okumalar gerçekten bizi ayakta tutan durumdu. Yoksa örnek verecek olursak; adli komşularımız vardı. Kafayı yiyenler oluyordu. Dayanamıyorlardı. Kalanların yüzde biri bile sağlam kalmadı. Benim unutamadığım olaylardan biri cezaevindeki saldırıda bir arkadaşımız yanımızda şehit düştü. Bunu unutmamız mümkün değil. Bir de bir yoldaşımız çıktıktan sonra hayatını kaybetti. Bunları unutamıyorum mesela.    Bugün tahliye edilmeyen hasta tutuklular, ölüme terk ediliyor. 30 yılınız cezaevinde geçen biri olarak, hastalıklara karşı tedavi imkanları sağlanıyor mu?    Hüseyin Bozkurt: Elbette ki, hastaneye gidiyorduk. Ama düşünün kanseri aspirin ile tedavi etmeye çalışıyorlardı. Hastanenin, doktorların yaklaşımı buydu. Ama ağır bir hastayı ayağa kaldıran arkadaşlarının verdiği moraldi. Yoldaşlık ruhuydu. Her durumda yan yana olmaktı. Ne kadar durumumuz kötü olsa da yoldaşlık yönünden bakıldığında ne imkan olursa olsun arkadaşlar birbirini ihmal etmiyordu. Yardım her halde vardı. İnsani ayakta tutan o moral ve yoldaşlığın maneviyatıydı. Ben inanıyorum ki; çok sayıda arkadaşımız ağır hastalık geçirdi, arkadaşlarımız hep yanındaydı, her durumda yardım vardı, hizmetini yapıyorlardı. Hatta arkadaşlarımız şehit olana kadar da ‘ay’ demediler. Bu da yoldaşlık ruhunun verdiği güçtü.      Düşünün kanseri aspirin ile tedavi etmeye çalışıyorlardı. Hastanenin doktorların yaklaşımı buydu. Ama ağır bir hastayı ayağa kaldıran arkadaşlarının verdiği moraldi. Yoldaşlık ruhuydu.   Ömer Çeken: Cezaevinde doktorun yanına gidip tedavi olmak fayda etmiyor. Bakmıyorlar. Yeni gelen doktoru koyuyorlardı, bakmıyorlardı. Neyin olursa olsun, gidiyorsun ya ağrı kesici ya da kas gevşetici veriyorlardı. Ama ayakta tutan hem moral hem de zindanlarda geçmişten kalan bir miras vardı. Bizi ayakta tutan o mirastı. Biri felç de olsa herkes ona bakıyordu. Arkadaşların elinden ne gelse yapılıyordu. Her arkadaş bakıyordu. İşini yapamayan olduğu zaman her arkadaş bakıyordu. Yardımlaşma olduğu zaman o moralle o hastalığı da öldürüyor. Psikolojik olarak yardım olduğu zaman oluyordu. Buna göre, irade moral, arkadaşların ilgisi yetiyordu.    İçeriden dışarıya baktığımız zaman, Kürtlerin yaşadıklarını, mücadelesini nasıl değerlendiriyorsunuz?    Hüseyin Bozkurt: Sistem medyası olan biteni tersten veriyordu bizlere. Gerçeği baş aşağı ediyordu. Ama halkın gerçeği görülüyordu. Analizlerimiz toplumun durumunun çok kötü olduğu yönünde değildi. Karamsar değildik yani. Ama ne kadar yapsak da elimizde değildi. Karar alınıyor, eylemler yapılıyor ama değerlendirmeleri çok farklı yapılıyordu. İnsan üzerinde biraz durduğunda, başını ağrıttığında anlayabiliyordu. Toplumun içinde olduğu, siyasetin içinde olduğu durumu daha iyi anlayabiliyordu. Yani gerçeği baş aşağı yapan sistemin tersini biz anlıyorduk. 30 yıl da az değil. Sürekli bunları tartışıyorduk.    Ömer Çeken: Dört dörtlük olmasa da durumun çok kötü olmadığını biliyorduk. Bakış açımız böyleydi. İmkanlarımız da azdı. İmkanımız bazen aileler üzerinden oluyordu. Zaten sistem medyasına çok kulak vermiyorduk. Ne söylese tersini okuyorduk. Üzerinde düşündüğümüzde gerçeği ortaya çıkarabiliyorduk. Dört dörtlük olmasa da anlayabiliyorduk. Bilmemizi istemiyorlardı. Ellerinden geleni yapıyorlardı. Radyolarımız çekmese de hepsini topluyorlardı.    30 yıl sonra cezaevinden çıktınız, neler hissettiniz? Özgürlüğü nasıl tanımlarsınız?    Hüseyin Bozkurt: Herkes kendisine göre özgürlüğü tanımlar. Siyasetçi insan için özerk yaşamdır. Ama kimisi de imkanlarına göre özgürlüğü değerlendirir. Ama bize göre halkımızın haklarını elde etmeyene kadar özgürlük yoktur. Yani özgür değiliz. Özgürlük sadece mekan değiştirme değildir. Biz sadece mekan değiştirdik. Tabi esaretin şartları daha ağır. Ama bizim anlayışımıza göre bu durumu özgürlük olarak görmüyoruz. Benim için değişenlerden biri insanların birbiriyle olan diyalogları, gerek üslupları, birbirlerine yaklaşımları, birbirlerine hitap şekilleri. Biz şimdi cezaevinden çıktığımız için karaya vurmuş balıklar gibiyiz. Üzüldüğüm şey, toplumun birbirine yaklaşımları. Her şey para olmuş gibi. Böyle bir yaşam özgür mü derseniz, değil derim.    Ömer Çeken: Bizim fikrimiz toplumsaldır. İnsan ne kadar dışarda da olsa başka bir yerde de olsa toplumu, halkı özgür olmadıkça özgür olduğunu söylemesi mümkün değil. Ben o nedenle kendimi özgür görmüyorum. Eğer, toplum Önderi özgür olmazsa, halkın kendisi de özgür olmaz. Biz dışarı çıktıktan sonra çevremiz de özgür olduğumuzu söylüyordu ama biz bunu özgürlük olarak görmedik. Dışarıya çıkınca biraz şaşırdık. Tarzlara, insanlardaki değişime, doğadaki, şehirlerdeki değişime, binaların büyüklüğüne şaşırdık. Eskiden köyler hepsi doğaldı. Şimdi teknoloji çıkmış ve herkes, her şey değişmiş. Bunlar garip geliyor ama hepsinden çok halkın tarzı, o insanlardaki bireysel düşünce çok garip geliyor. Çünkü biz komün düşünüyoruz. Bu biraz zor geliyor.    Dışarıya çıktığınızda bir hayal kırıklığı yaşadınız mı?    Hüseyin Bozkurt: 21’inci yüzyılda fikirsel olarak insanlar gerçeklerinden uzak kalmışlar. Kültürlerinden ve dillerinden uzak kalmışlar. Eskiden en azından kimse kendisini inkar etmiyordu. Ama şimdi bakıyorsun 3 kuruş için kendisini inkar edenler, kimliğini, kültürünü inkar edenler var. Bir diğeri insanlar arasındaki iletişim düzeyi de gerçeklikten uzaklaşmış, üzen durumlardır.    Ömer Çeken: Büyükler ile küçükler arasında bir saygı, hürmet vardı. Köylerde bir büyük konuştuğu zaman değer veriliyordu. Şimdi bakınca o kalmamış. Bir diğeri de bana en değişik gelen telefon. Toplumun içine girmiş ve insanın fikri toplumsal değil. 24 saat telefonla uğraşıyorlar. Bu bana acayip geldi.    30 yıl boyunca ailenizden de uzak kaldınız… Yaşamınızı etkiliyor mu?       Toplumu anlamak istiyorum. İnsanları anlayayım. Halen çocuklarıma da “heval” diyorum. Şu an cezaevinin psikolojisini nasıl üzerimizden atacağımı düşünüyorum.   Hüseyin Bozkurt: Benim çocuklarımın hepsi evlenmiş, hiçbirinin düğünlerini görmedim. Çok torunum da oldu. Şimdi evdeyiz, babalarıyım. Baba diyorlar, o biraz zor geliyor. Çünkü kendileriyle yaşamadım, içlerinde bulunmadım. 30 yıl az değil. Baba dediklerinde farklı geliyor. Bir de 30 yıllık hayatımızda yoldaşlık vardı. Üslubumuz yoldaşlık üzerineydi. Adapte olmakta zorlanıyoruz. İnsan kökten ret mi edecek onu da söylemiyoruz. Ama zorlanıyoruz. Biri baba, biri dayı diyor. Bu konuşmaya çok yabancı kalmışız. Torunlarımı yeni yeni tanıyorum. Köyden gelenler oluyor. Halen tanımadıklarım oluyor.    Ömer Çeken: Ben de alındığımda çocuklarım küçüktü. Büyük olanları 9-10 yaşındaydı. Birlikte bir yaşam görmedik. Görüşe bazen geliyorlardı. O da hepsi gelemiyordu. “Baba” diye sesleniyorlar, bana mı sesleniyorlar bilemiyorum. O nedenle bazen karşılıklı şaşırma oluyor. Şimdi yavaş yavaş mecbur öğreniyoruz.    Dışarıda zamanınızı nasıl geçiriyorsunuz?   Hüseyin Bozkurt: İster istemez 30 yıl sonra gelen gidenler oluyor. Halen de misafirler geliyor. Ama ben toplumu anlamak istiyorum. İnsanları anlayayım. Halen çocuklarıma da “heval” diyorum. Şu an cezaevinin psikolojisini nasıl üzerimizden atacağımı düşünüyorum. O psikolojiyi üzerimden atmaya çalışıyorum. Toplumla, aileyle, halkla daha çok nasıl ilişkileneceğimi düşünüyorum. O geçiş sürecini yaşıyoruz.    Ömer Çeken: Halkın içinde nasıl bir rol oynayacağız. Aralarına nasıl gireceğiz. Nasıl yardımcı olacağız. Onu biraz düşünüyorum. Onun dışında okuma ve yazma yapamıyoruz şu an. Cezaevindeki arkadaşlarımıza mektup gönderdim ilk olarak. Yavaş yavaş diğer konulara da yöneleceğiz muhtemelen ama şu an böyle geçiyor.    İlk çıktığınızda ne yapmak istediğiniz, en çok neye özlem duydunuz?    Hüseyin Bozkurt: Bir insan dışarıda da olsa 30 yıl boyunca doğayı gezmek ister. Biz cezaevindeyken de hayalimiz memleketimizi, doğasını gezmekti. Ama hem hastalık hem de başka nedenlerle yapamadık. Ben çıkar çıkmaz ameliyat oldum. Doğaya hasret kalmıştım. Çok uzak kaldım. Bir defa ameliyat oldum, bir defa daha ameliyat olmam lazım. Ama istediğim oydu.       Ne için emek verdiysek, ne için bunları yaşadıysak onu unutmadan devam edeceğiz. Özgür toplum, özgür yaşam fikriyle yaşamımızı sürdüreceğiz.    Ömer Çeken: Ben de doğayı gezmek istiyordum. Kendi şehirlerimizi gezmek istiyordum. Büyükşehirleri değil daha çok köyleri gezmek istiyordum. Tarihi kiliseleri görmek istiyordum. Çünkü biz dışarıdayken tarihi çok yerimiz vardı. Gidemiyorduk. Şimdi gitme imkanı var. Mesela Nusaybin. Tarihi yerleri var ama gitmemişim. Sümerlerden bu yana tarihi olan yerlerden biri Nusaybin. İmkan bulursak yapacağız.    30 yıl sonra cezaevinden çıktınız, bugünden sonra neler yapmayı düşünüyorsunuz?    Hüseyin Bozkurt: Elbette ki; insan hayallerini 100 yıl da geçse unutmaz. Yaşadıklarımız da unutulmaz. Hayalimiz; özgür toplum, Güneşimizin özgür olması ve özgür bir ülkede yaşamak.    Ömer Çeken: Cezaevinde yaşadıklarımız, verdiğimiz emeği unutmuyoruz. Ne için emek verdiysek, ne için bunları yaşadıysak, onu unutmadan devam edeceğiz. Özgür toplum, özgür yaşam fikriyle yaşamımızı sürdüreceğiz. Yapamayacağız şeyler var belki yapamayacağız ama emeğimizi de bir kenarı atmayacağız. Bu emeğin hakkını mutlaka vereceğiz.    MA / Ahmet Kanbal - Kadri Esen