Av. Ergül: Alternatif yaratana yönelik 'düşman ceza hukuku' devrede 2021-01-20 09:00:51 ANKARA - Bugün darbe anayasasının dahi uygulanmadığı bir “anayasasızlık” hali sözkonusu olduğuna dikkati çeken Avukat Rengin Ergül, iktidardan yargı mekanizmasına sirayet eden “düşman ceza hukuku” anlayışının alternatif yaratanı ortadan kaldırdığını söyledi.  Terörle Mücadele Kanunu (TMK) özellikle 1990’lı yıllardan itibaren yeni bir hukuk rejimi yarattı. Bu yeni hukuk rejimi, soruşturma aşamasından cezanın infazına kadar bir yok etme ve imha sürecini kendiyle beraber getirdi. Türkiye’de hukukçular ve insan hakları savunucuları tarafından kaldırılması talep edilen bu yasanın temelini ise “düşman ceza hukuku” oluşturuyor. Düşman ceza hukukun “fikir babası” olarak kabul edilen Alman Hukuk Profesörü Günther Jakobs, “Kimseyi düşman olarak kategorize etme çabası ve niyetinde olmadığını ancak hukuk sisteminin düşman olarak muamele ettiği kimselerin tasvirini yapmak ve sadece var olanın tespit edilmesine yönelik bir çabanın içerisinde olduğu” savını ileri sürerek, bu tezini “güvenlik hakkı” ile temellendirir.   Her ne kadar Jakobs bunu bir tasvir olarak tanımlasa da 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de gerçekleşen İkiz Kule saldırılarının ardından ilan edilen “uluslararası terörizmle mücadele” söylemi, birçok ülkede yeni terör yasalarının oluşmasında temel oluşturdu. Bu yasalar mevcut yönetimlerin konjektörel değişimleri ve iktidarlarını korumak için kullandığı bir araca dönüştü.   Terör ve terörizm kavramlarında var olan uluslararası belirsizlik hali düşman ceza hukukun uygulanmasına olanak sağlayan terör yasalarını daha da belirgin hale getirdi. Türkiye’de iktidara muhalif olan toplumun farklı kesimlerinin her gün “terörist” olarak, yani düşman ceza hukukunda “düşman” olarak görüldüğü uygulamalarla karşılaşıyoruz.   Türkiye ve dünyada yaygınlaşan düşman ceza hukukunun kendisini, yansımalarını Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD) üyesi avukatlardan Rengin Ergül ile konuştuk.   Günther Jakobs tarafından tanımlanan “Düşman ceza hukuku” kavramında “yurttaş” ve “düşman” kimdir?   Düşman ceza hukuku tanımlanırken, güvenlik kaygısı üzerinden tanımlanıyor. Bu güvenlik kaygısında da vatandaşı şöyle tanımlıyor; ülkesine güvenlik açısından tehlike oluşturmayan kişi. Düşman dediği kişi ise, güvenlik açısından ve diğer vatandaşın güvenliği açısından tehlike oluşturan kişi olarak tanımlıyor. Temel çıkış noktası devlete sözleşmeyle bağlı olan kişilerin güvenliğini sağlamak. Buradaki düşmana ve yurttaşa uygulanması gerektiğini belirttiği hukuku da şöyle ayırıyor; yurttaş ceza hukukunda suça karşılık, cezasını vermektir ya da o kişinin topluma kazandırılmasıdır. Düşman olarak tanımlanan kişiyi ise ortadan kaldırmaktır. Jakobs, ‘düşmanı’ aynı zamanda ‘kişi olmayan’ (non person) olarak tanımlar. Güvenliği tehdit eden kişinin aynı zamanda kişi olarak kabul edilemeyeceğini, yok edilmek üzere tasarlanması gerektiğini söyler.    Düşman ceza hukukun ülkelerin iç hukukuna yansımalarındaki sıçrama 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’deki İkiz Kule’lerin bombalanması ardından ilan edilen “uluslararası terörizmle mücadele” stratejisiyle yaşanıyor. Bu sıçrayışın yaşanmasının temel sebebi nedir?   11 Eylül saldırıları ardından batı dünyasında yükselen İslamafobi ve Müslümanlıkla iliştirilen Radikal Müslüman örgütlerin yaptığı şiddet ve terör eylemlerinden kaynaklı düşman ceza hukuku uygulaması ve terörle mücadele kanunları arttı.   Dünya ve uluslararası yaygınlığı açısından 11 Eylül başlangıç olarak kabul edilebilir. Ancak Türk Ceza Hukuku ve Türkiye açısından düşman ceza hukuku uygulamaları çok daha eskiye dayanıyor. Bunu İstiklal Mahkemeleri’ne kadar götürebiliriz. Yassı Ada mahkemeleri, Deniz Gezmiş’lerin idamları, Tunceli yargılamaları… Ama en belirgin örneği, 1991 yılında çıkarılan Terörle Mücadele Kanunu (TMK), 1990’larda Kürt illerinde uygulanan savaş politikalarına karşı muhalefet eden Kürt siyasetçileri ve Kürtleri kriminalize etme, düşman ilan etme için bu kanun çıkarılıyor.    Ben 1986 doğumluyum ve neredeyse idrak ettiğimden bu yana bu pratik uygulanıyor. Türkiye’de terör kavramı dil bilimcilerin söylediğine göre, 1990’larda tedavüle giren bir kavramdır. Türkiye’de 1990’lardan öncesine kadar terör kavramı yok. 1990’lı yıllarda Kürtlerle mücadele ederken, muhalefet eden Kürt gençlerini kriminalize etme için ortaya çıkmış bir kelime aslında. Dil bilimciler terörden önce tedhiş kavramı olduğunu söyler ve bu kavramın daha altı doldurulabilecek bir kavramdır. ‘Terör’ ise herkese yaftalanacak bir kavramdır.   Ama tabi ki uluslararası mecralarda 11 Eylül saldırıları önemli bir dönüm noktası oldu. Bu saldırı ardından batı dünyasında yükselen İslamafobi ve Müslümanlıkla iliştirilen Radikal Müslüman örgütlerin yaptığı şiddet ve terör eylemlerinden kaynaklı düşman ceza hukuku uygulaması ve terörle mücadele kanunları arttı. Aslında düşman ceza hukukunun ortaya çıkması güvenlik kaygısı olduğu söylense de siyasal iktidarı koruma amaçlı kullanılıyor.     Jane Claude Paye, bu sıçrayışı, ceza ve ceza usulündeki değişimlerin hızlanması için bir fırsat olarak yorumlar. Paye, “Halkın egemenliği ile devlet egemenliği arasındaki ilişkilerin tersine çevrilmesidir. İktidarın küresel düzeyde yeniden örgütlenmesidir” tespitinde bulunuyor. Bu süreç aynı zamanda bir “iç güvenlik devleti” yaratımının süreci de oldu diyebilir miyiz?   Halkın egemenliği de aslında başlı başına bir tartışma konusu. Çünkü bunu neye göre tanımladığınız da önemlidir. Türkiye’de halkın egemenliği söz konusu ama bu üst kimlik olan halkın egemenliği üzerinden tanımlanıyor. Halkın egemenliğini bile bu güvenlik kaygısı üzerine inşa edebilirler. Tabi ki düşman ceza hukukunun ortaya çıkışı bir güvenlik kaygısı ve zemini olduğu için tamamen otoritenin ve devletin egemenliğini koruyan, bunu temellendirirken de kendini sağlama almak açısından diğer vatandaşın güvenliğini sağlamak olarak tanımlar. Özüne inildiğinde ise, tamamen otoriteyi sağlamlaştıran, muhalefet eden, alternatif bir düzen arayan herkesi kriminalize eden, alternatif düzen anlayışını ortadan kaldıran, dolayısıyla mevcut siyasal iktidarın zeminini sağlamlaştırmaktan öteye gitmiyor.   Tanımı ve kapsamı belirsiz olan “terör ve terörizm” kavramları düşman ceza hukukunda nerede duruyor? Yarattığı sorunsallar neler?    Terör ve terörizm kavramı uluslararası mecrada uzlaşılmış bir kavram değil. Her ülkenin kendi güvenlik, siyasal iktidarının kaygılarına göre örgütleri içine dahil edebildiği ama yine de bir kavram üretemediği bir konudur. Türkiye’de ‘terör örgütü’ olarak kabul edilen örgütlerin hangi gerekçelerle kabul edildiğine ilişkin de açıklama yok.    PYD/ YPG Türkiye’de yakın tarihe kadar ‘terör örgütü’ olarak kabul edilmiyordu. Salih Müslim Türkiye’ye geldiğinde kırmızı halıyla karşılandı ama bugün Türk mahkemelerinde YPG ile ilgili bir bayrak paylaşımı bile ‘örgüt propagandası’ ya da ‘örgüt faaliyeti’ olarak kabul ediliyor. Bu tamamen o egemenlik sahasında bulunan devletin otoritesine, kaygılarına bağlı olarak şekillenen, dönemin siyasal iktidarının siyasal konjektörünün o devletin egemenliği lehine göre keyfi yorumlanan bir kavramdır. Uluslararası mecrada uzlaşılmış bir karşılığı yok. O dönemin otoritesinin kaygılarına, politikalarına bağlı olarak şekillenen kavramlardır.   Düşman ceza hukukunda karşımıza çıkan bir diğer şey de “tehlikeli bireyler” söylemi. Bunun Türkiye’nin güncel hukukunda karşılığı nedir?   Şu anda değişiklik yapılan infaz yasası, yeni çıkarılan infaz yönetmeliği düşman ceza hukukunun tehlikeli bireyleri yok etme gayesinin karşılığıdır. Türkiye’de OHAL’in ilan edildiği dönemlerde düşman ceza hukuku uygulamalarının arttığını söyleyebiliriz.   Bugün Türkiye’de TMK ve Ceza Muhakemesi Kanunu bunun yansıması aslında. Hatta şu anda değişiklik yapılan infaz yasası, yeni çıkarılan infaz yönetmeliği düşman ceza hukukunun tehlikeli bireyleri yok etme gayesinin karşılığıdır. Siyasal alanda yaptığınız eylemin bir terör örgütü faaliyeti olduğuna ilişkin bir yorumlama yapıldığında, o cezanın arttırılması olarak öngörülüyor. Bu Türkiye’de HDP’li siyasetçiler açısından baktığımızda, yasal siyasal faaliyetlerin çoğu terör örgütü faaliyeti, eylemi, propagandası olarak lanse ediliyor. Bugün Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, Selma Irmak gibi siyasetçiler kürsü dokunulmazlığını taşırken yaptıkları konuşmalardan, Kobanê dönemine, Kürt illerinde uygulanan ablukalara dair yaptıkları açıklamalardan örgüt propagandasından, örgüt üyeliğinden yargılanıyorlar. Aslında yasal siyasi faaliyet yürüten tüm muhalif siyasetçiler, insan hakları savunucuları TMK kapsamında yargılanabiliyor.   Bakırköy Cezaevi’nde mahpuslar idarenin bir yaptırımına karşı koğuşta yangın çıkarmıştı. İçlerinde kanser hastası, engelli bir mahpus vardı ve cezaevi hekimi o engelli mahpusun sağlık durumunu koğuşa girip, kontrol ediyor. Mahpuslar hekim dışında kimseyi içeri almıyor. Sonra bu hekim isyan gerekçesiyle yargılandı. Hem DHKP-C hem de FETÖ üyesi olmakla suçlandı. Hekim mahpusların sağlık hakkına ulaşmasını sağlamak istediği için yargılandı. O kadar keyfi uygulanıyor ki hangi örgütten yargılanacağınız bile belli olmuyor.    Türkiye’de düşman ceza hukukun en belirgin hallerini hangi dönemlerde gördük?    Bunun en belirgin olduğu dönemler aslında istisna rejiminin uygulandığı, yani Olağanüstü Hal ilan edildiği ya da ilan edildikten sonra kaldırılması halinde de uygulamaların devam ettiği dönemde ortaya çıkıyor. İstiklal Mahkemeleri bunun bir yansıması. DGM’ler de yapılan yargılamalar düşman ceza hukukunun birebir yansıması ki daha sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye’yi sürekli mahkûm ettiği için DGM ve Askeri Mahkemeler kaldırılmak zorunda kalındı. 2016’da ilan edilen OHAL, sokağa çıkma yasakları dönemi ve bugün devam eden OHAL uygulamalarıyla devam ediyor. Türkiye’de OHAL’in ilan edildiği dönemlerde düşman ceza hukuku uygulamalarının arttığını söyleyebiliriz. Türkiye’de OHAL ilan edildiği dönemlerle olağan hallerin yaşandığı dönemlerin eşit olduğunu söyleyebiliriz. Şu an OHAL olmamasına rağmen uygulamaları devam ediyor. En yoğun yaşandığı dönemlerden biridir. Hukukçular arasında yargılanmayan yok. Alternatif yaratanı ortadan kaldırmaya yönelik bir uygulama devrededir.    TMK’de yer alan “örgüt üyeliği” suçu kapsamında akademisyeninden siyasetçisine, gazetecisinden normal yurttaşına kadar birçok kişi herhangi bir şiddet eylemine katılmadığı halde cezalandırma ile karşı karşıya. Alejandro Aponte bu duruma, “Düşman, ‘düşman’ gibi hareket ettiği için değil, aksine düşman olarak tanımlandığı için düşmandır” tespitinde bulunuyor…   Kesinlikle öyle algılanıyor. Leyla Güven, 2018 yılında İmralı’da derinleşen tecridin kaldırılması talebiyle girdiği açlık greviyle düşman ilan edildi. Selahattin Demirtaş, yaptığı siyasetle öne çıkan bir isimdi. Hem Kürt hareketi hem de muhalefet açısından umut vaat eden bir siyasetçi, özellikle Recep Tayyip Erdoğan’a karşı ciddi bir muhalefet oluşmasına sebep olduğu için; Figen Yüksekdağ’IN Türk ve Türkiyeli bir kadın olarak Kürt hareketine bu kadar sahip çıkması, söylemleriyle bunu sahiplenmesi ona ayrı bir kin beslenmesine neden oldu. Kendisi bir düşman varlığı değildi ama bu iktidar tarafından düşman ilan edildi. Bugün iktidarın düşman ilan etmesi ve iktidara karşı tehdit oluşturdukları için yargılamaları sürüyor.   AİHM’de yakın zamanda Demirtaş’ın tahliye kararı çıktı. Bırakın tahliyeyi, beraatın gerektiği bir karar içeriği var. Tüm suçlamaların temelsiz, yapılan faaliyetlerin siyasi olduğuna dair karar çıktı. DTK’ye ilişkinde bir değerlendirme vardı. DTK’nin yasal bir siyasal yapı olduğu ve faaliyetlerinde bulunanlarında yasal siyasal faaliyet yürüttüğüne ilişkin bir değerlendirme vardı. AİHM kararı çıkmadan bir hafta önce DTK faaliyetlerinden kaynaklı Güven’e verilen ceza kesinleşti. Leyla Güven dışında DTK faaliyetlerine katılan hukukçu, doktor, muhalif yargılanıyor. Yakın zamanda Diyarbakır Barosu eski başkanı da örgüt üyesi olmak gerekçesiyle ceza aldı. Bugün Kürtlerin, muhaliflerin, gazetecilerin yarattığı bütün alanlar kriminalize edilmek isteniyor. Kürtler, DTK çatısı altında mı faaliyet gösteriyor? O zaman biz hem ‘bu alanı yok edelim’ hem de ‘bu alanı var eden insanları yok edelim’ deniliyor. Şu an HDP’nin kapatılması bir tehdit olarak konuşuluyor. HDP’yi öne çıkaran kadroyu bir şekilde yok edelim, sesini kısalım, deniliyor. Gazeteciler alternatif medya mı yaratıyor. O zaman biz bu alternatif medyayı önce internet yasaklarıyla, gazetecileri tutuklayarak, ortadan kaldıralım pratiği sergileniyor. Bu o kadar çığırından çıktı ki sokak röportajında sıradan muhalefet eden vatandaşlar bile gece baskınlarıyla evinden alınıyor. Hayatında sokak çevirmesi dışında polis görmemiş insanlar bile bugün çeşitli yargılamalarla yüz yüze kalıyor.   Düşman ceza hukukunda “istisnai durum” tasviri de yapılıyor. Bu istisnai durum tasvirinde İmralı’nın pozisyonu nerede duruyor?   İmralı’ya ilişkin bir söz söylerken, geçmişi de hatırlamak gerekiyor. Türkiye’de sayın Abdullah Öcalan’ın yargılaması olmadan, ceza almadan önce idam cezası vardı ancak 1980’li yıllardan sonra uygulanmadı. İdam cezası alanlar bir şekilde tahliye oluyordu. O dönemlerde Türkiye’de ömür boyu hapis cezası gibi bir şey söz konusu değildi. Sayın Öcalan’ın yargılanması ardından Türkiye’de yasa değişikliğiyle ağırlaştırılmış müebbet hapis rejimi getirildi. Bu rejim bir kişinin ömür boyu hücre cezası çekmesi demek oluyor. Bu da sayın Öcalan’ın mahkûm edilmesi ardından kişiye özgü olarak yapılmış bir düzenleme ama şu anda herkese uygulanıyor. Zamanında Türkiye muhalefetinin en büyün eksikliği bir temel hakka kişiye göre sahip çıkma sorunudur. Sayın Abdullah Öcalan’ın alanı da her zaman böyle tehlikeli bir alan olarak görüldüğü için bu düzenlemeye yeterince muhalefet edilmedi. Bugün ağırlaştırılmış müebbet cezası adli mahpuslara da veriliyor, ablukadan çıkan Kürt gençlerine, FETÖ yargılamalarında da veriliyor. Bugün ağırlaştırılmış müebbet cezası yaygın olarak kullanılıyor. Bu da istisnai rejimin yansımasına örnektir.   İmralı’da uzun zamandır süren ağır bir tecrit var. Bir ada cezaevinde sınırlı sayıda kişiyle tutulmanın, avukat görüşmelerinin denetimde olması ağır bir tecrittir. Son zamanlarda bu tecrit hali daha derinleşti.  Bu tecridin yasal bir zemini yok. Her ne kadar avukat kısıtlanmasına ilişkin karar olsa bile buna somut bir gerekçe yok. Avukat kısıtlılığına dair bir karar oluştururken çok istisnai bir durumda böyle bir karar alınabilir. Sürekli disiplin cezaları verilerek, aile görüşmeleri engelleniyor. İlk defa telefon görüşmesi geçtiğimiz yıl Nisan ayında yapıldı. Yakalandığı günden bu yana telefon görüşmesinin yapılmamasının ne tür bir gerekçesi olabilir. Ağırlaştırılmış müebbet cezası olsa bile avukat, aile, telefon görüşme hakkı var. Kişiye özgü bir infaz rejimi uygulanıyor. Bu kişiye özel uygulama da düşman ceza hukukundan besleniyor. Tamamen sayın Abdullah Öcalan’ın siyasi özne kişiliğini yok etme, Kürt hareketiyle, Türkiye siyasetiyle bağını keserek, siyasi özne olarak varoluşunu da engellemek için yapılıyor. Tamamen kişiyi yok etme, siyasal özne olarak, muhatap olarak ortadan kaldırma gayesi güdülüyor. Hiçbir yasal dayanağı yok.    "Terörle mücadele"nin hukuki mekanizmaları nasıl biçimleniyor? Hukuksal bir mekanizma uygulanıyor mu?   Gizli tanık, Türkiye’deki yargılamaların motoru durumunda. Yargılamayı döndüren tek şey gizli tanık ya da ihbar mektupları.  Türk mahkemelerinde yargıçlar ‘o burada olsa ne karar verirdi ya da hangi kararda mutlu olurdu’ diye düşünüyor. Bu durum tüm yargılamalara sirayet etmiş halde.   Şu anda polis fezlekelerinin aynen iddianameye dönüştüğünü söyleyebilirim. 2013 yılından bu yana avukatlık yapıyorum ve bu durum gittikçe daha da kötüye gidiyor.    Bir savcının kendine bunu yakıştırmasını da hukukçu olarak kabul edemiyorum. İşkenceyle alınmış ifadeler yargılamaya esas yapılamaz, dosyadan çıkarılması gerekir. Kişinin mahkemede verdiği ifade esas alınır. Ama bizim takip ettiğimiz birçok dosyada her ne kadar ‘işkenceye sıfır tolerans’ ya da ‘işkence yoktur’ deseler de çoğu zaman avukatın bulunmadığı ya da CMK avukatının özensiz olduğu durumlarda polisler gençlere işkence uyguluyor ve okumadıkları ifadeleri dahi imzalatabiliyorlar. Yargılama aşamasında bu ifadelerin defalarca çıkarılmasını istememize rağmen sonuç alamıyoruz. Nusaybin yargılamalarının tek dayanağı işkence altında alınmış ifadelerdi ama ne yazık ki 53’ü yetişkin 17’si çocuk 70 kişiye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi.    Gizli tanık, Türkiye’deki yargılamaların motoru durumunda. Yargılamayı döndüren tek şey gizli tanık ya da ihbar mektupları. Gizli tanığa ilişkin sayısız AİHM kararı var. Sadece gizli tanık beyanıyla kişiye ceza veremez, uzun süre tutuklu tutamazsın. Ancak şu an da sayısız yargılama gizli tanık ifadesiyle sürüyor. Takip ettiğimiz tüm dosyalarda neredeyse tek ve belirleyici delil olarak gizli tanık var.   Ortam dinlemeleri, telefon dinlemeleri cemaat yapılanması olduğu dönemde daha yaygındı. Şu an daha az karşılaşıyoruz ancak telefon ve ortam dinlemeleri çoğu zaman karar alınmadan ya da dinleme yapıldıktan sonra alelacele karar alınarak yapılıyor. Türkiye’deki yargılamalar kişiyi yok etme üzerine kurulu olduğu gibi aynı zamanda bu sistem delillere, makul gerekçeye de dayanmıyor. Düşman ceza hukukunda delil, makul gerekçe önemsenmiyor. Bazı mahkemeler istihbarata müzekkere yazarak, kişi hakkında istihbari bilgi istiyor ve genelde de bu bilgiler mahkemelere gönderiliyor. İstanbul’da bir mahkemede istihbarattan istenen bilgiye dair, ‘AİHM kararı gerekçesiyle bu bilgiler ışığında yargılama yapamayacağınızdan dosyanıza bilgi gönderemiyoruz’ diye yasaya uygun iş yapan bir büroyla karşılaşmıştık. Onun dışında istihbari bilgiler esas alınarak yargılama yapılıyor.   Bu durum infaz rejiminde karşımıza nasıl çıkıyor?   İnfaz yasasında pandemi gerekçesiyle yapılan değişiklik sadece adli mahkumları kapsayan bir değişiklikti. Sağlık hakkı konusunda dahi ayrımcı bir politika uygulandı. Bu da düşman ceza hukukundan beslenen bir şeydi ki Meclis’te yapılan konuşmalarda bir vekilin ‘İdris Baluken ölsün mü!’ diye isyan etmesine AKP sıralarından gelen ‘ölsün’ yanıtı bunun somut yansıması oldu. Gerçekten istedikleri bu en kestirme yoldan düşman ilan ettiğini yok etmek.  İnfaz yönetmeliğinde yapılan yeni değişiklikte ‘Gözlem Kurulu’ kurulması öngörüldü. Bu kurul, infazı bitmiş kişinin koşullu salıverilmeden faydalanabilmesi için ‘iyi hali’ni değerlendiriyor. Kurul, 2021 itibariyle de çalışmalarına başladı. Bu kurul adli, siyasi birçok mahpusun ‘iyi hali’ni vermeyerek, tahliyesinin önüne geçti. Gözlem Kurulu çok soyut ifadelere dayanarak kişinin tekrar suç işleme ihtimali olabileceğine ilişkin gerekçelerle tahliyelerin önüne geçiyor. Bu Gözlem Kurulu oluşturulurken, sivil toplum neden yok? Bunun içinde sivil toplum olacak mı, Meclis İnsan Hakları Komisyonu denetleyecek mi? Belli değil. Türkiye’de müebbet hapis cezası alan mahpusların infazı yakılıyordu. İnfaz yakma, infazı biten kişinin üçten fazla disiplin cezası varsa koşullu salıverilmeden faydalanamıyor. Bu durumda olan çok sayıda mahpus var çünkü idareler çok kolay hücre cezası veriyor. Genelde de hücre cezası alan mahpuslar uzun süredir cezaevinde olduğu için itiraz süreçlerinde avukatlara da ulaşamıyor. Bu durumda olan çok sayıda insan varken, şimdi gözden kaçırdıklarını da gözden kaçırmamak için bu kurul oluşturuldu. Bu da başka türlü yok etme halidir. O kişinin var olmasına, özgür olmasına olanak tanımamadır. Buna itirazlarımız var. Yönetmeliğin iptali içinde İdare Mahkemesi’ne başvuracağız.   Bu politikanın hukuksal yapıya katılması genel olarak adalet mekanizmasına nasıl sirayet ediyor?   Zaten Türkiye’deki mevcut hukuk ve yasalar tamamen istisnai koşullarda şekillenmiş durumdadır. Tamamen yansımaları da var. Yakın zamanda infaz yönetmeliği rejimi, Ceza Muhakemesi’nde yapılan değişiklik, TMK’nin kendisi yansımasına örnektir. O kadar yansımış ki Türk mahkemeleri Anayasa Mahkemesi (AYM) kararlarını ve AİHM kararlarını uygulamıyor.   Nazi döneminde bir hâkime ‘tüm yargılamalarda emirleri Hitler’den mi alıyordunuz?’ diye sorarlar. Hâkim; ‘yok, aslında o burada olsa ne karar verir diye düşünürdük’ şeklinde yanıt veriyor. Bugün yaygın olarak yargılamalarda ‘mahkemeye talimat geldi mi’ diye konuşulur. Biz buna bile gerek duymuyoruz. Türk mahkemelerinde yargıçlar ‘o burada olsa ne karar verirdi ya da hangi kararda mutlu olurdu’ diye düşünüyor. Bu durum tüm yargılamalara sirayet etmiş halde. Bugün Türkiye’de Büyük Ada gibi absürt bir yargılama var. Toplantı yapan bir sivil toplum örgütü bile büyük bir kripto organizasyon gibi yargılanıyor. O yüzden gündelik hayata bile sirayet etmiş durumda. İnsanlar takside bile rahat konuşamıyor. Kriminalize ve düşman ilan edilmekten korkuyorlar. Deprem verginizin bile nereye gittiğini sorguladığınızda düşman ilan ediliyorsunuz.    Düşman ceza hukukun uygulandığı bir ülkeye “hukuk devleti” denebilir mi?    Darbe anayasası ile yönetiliyoruz, bırakın vatandaşları meclisteki muhalefetin sözünün geçmediği bir rejimde hukuk devleti söz konusu değil. Türkiye’de bugün darbe anayasasının dahi uygulanmadığı bir anayasasızlık hali mevcuttur.   Hukuk devleti içerisinde düşman ceza hukuku uygulaması olamaz. Düşman ceza hukukunun olduğu bir yerde hukuk devletinden söz edemeyiz. Hukuk devleti, yasa önünde herkesin eşit olduğu bir devleti tanımlar. Yasanın belirli olduğu, verilecek cezanın öngörülebilir olduğu sistemi tanımlar. Düşman ceza hukuku ise tamamen yok etme üzerine kuruludur. Hukuk devletinde bir bireye ceza verilmesinin amacı bireyi topluma yeniden kazandırmadır, kişiyi yok etme değildir. O yüzden temelden bir çatışma var. Hukuk devletinde TMK, CMK 100. madde olamaz. Öngörülebilir olmayan, gerekçesiz karar verilemez. Mevcut anayasa bir darbe anayasasıdır. Hukuk devletinin temeli olan Anayasa bile darbe, istisna rejiminin anayasasıdır. Bunun meşruluğu bile tartışmalıdır. Türkiye’nin taraf olduğu ve geçmiş anayasalardan daha geriye olan bir anayasadır. Genel olarak Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğundan bahsetmek çok zor.   Habermas, hukuk devleti için ‘herkesin yazarı olabildiği bir hukuk sistemi’ olarak tanımlar. Yani yasaların yapım sürecine tüm yurttaşların katılabildiği, yer aldığı zaman ‘yazarı olabilirsiniz’ der. Darbe anayasası ile yönetiliyoruz, bırakın vatandaşları meclisteki muhalefetin sözünün geçmediği bir rejimde hukuk devleti söz konusu değil. Türkiye’de darbe anayasasının dahi uygulanmadığı bir anayasasızlaşma süreci mevcuttur.    Peki, "yok etme" üzerine kurulu bu hukuk tedavülden nasıl kaldırılır?   Öncelikle TMK’nin kaldırılması, CMK ve TCK’de değişikliğe gidilmesi, özellikle ‘devletin birliğine karşı suçlar’ gibi maddelerin yeniden düzenlemesiyle olabilir. Temelde tüm yurttaşların dahil edildiği yeni bir anayasa yapım süreci gerekiyor. Kürtler bir özyönetim tartışması yapmak istedi ancak katliama sürüklendiler. Sadece insanlar değil, binalar, ilçeler, şehirler katledildi. Bir özyönetim tartışması ya da vatandaşların başka türlü taleplerini tartışacağı bir siyasal zemin gerekiyor. Bu siyasal zeminde tüm vatandaşların dahil olduğu yeni bir anayasa yapım sürecini gerekli kılıyor. Ancak böyle bir süreçten sonra düşman ceza hukuku uygulaması ortadan kalkar. Bunun içinde hukukçular ve sosyal bilimciler bir toplumsal yüzleşme sürecinin gerektiğini söyler.   Almanya’da soykırımdan sonra sosyal bilimciler, tarihçiler ve hukukçuların, vatandaşların Alman ulus devleti ile bir hesaplaşması ve yüzleşmesi yaşanıyor. O yüzleşme sonrasında anayasa yapım süreçleri sağlıklı olabiliyor. Türkiye Cumhuriyeti’nde sağlıklı bir anayasa sürecine girmemiz için 1915 Ermeni Soykırımı’ndan bugüne işlenen devletin ortak olduğu bütün suçlar açısından bir yüzleşme sürecinin yaşanması, yeni anayasa yapım sürecine girmek gerekiyor.   MA / Berivan Altan