Bozarslan: Rojava, Türkiye’nin boğazında yutulmayacak bir lokma olarak kaldı 2020-10-14 09:08:32 ANKARA - Tarihçi Prof. Dr. Hamit Bozarslan, Kürtlüğün devlet için “biyolojik düşman” olduğunu ve bunun 1925’lere dayandığını belirterek, “Kobanê, Kürtlüğün Türklüğün emrine girmediğini gösteren bir gelişmeydi. O yüzden devletin Kobanê’yi unutması mümkün değil” dedi. “Statüsüz” bölgeler hala dünyanın temel sorunlarının başında geliyor. Bazen Kerkük, bazen Musul, bazen Gazze, bazen Rojava gündemin ilk sırasına otururken, bugün ise Karabağ en sıcak gündem. Çözümün ısrarla ötelendiği bu bölgelerde hiçbir zaman sular durulmadı. Bunda uluslararası, bölgesel ve yerel güçlerin payı yüksek. Tüm bu bölgelerde Türkiye, başat rol oynuyor. Hem Ortadoğu’da hem Kafkasya’da gerilimleri fırsata dönüştürmek isteyen Türkiye, tek bir kart kullanıyor; o da “Kürt Kartı.” Bugüne kadar varını yoğunu bu karta yatırsa da bölgede bir türlü istediğini alamıyor. Suriye, Libya, Doğu Akdeniz ve Ege’de de istediği sonucu alamayan Türkiye, Karabağ krizinde de şu ana kadar umduğunu bulamadı.    Rusya’nın gecikmeli “ateşkes” hamlesiyle Türkiye masa dışına itilirken, AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, yönünü yine Kürt coğrafyasına çevirdi. Bir yandan Kuzey ve Doğu Suriye’ye müdahale sinyali verirken bir yandan da 6 yıl önceki Kobanê eylemleri gerekçe gösterilerek HDP’li siyasetçiler tutuklandı.    Bölgedeki tüm bu gelişmeleri ve Türkiye’nin Kürt çıkmazını Paris’teki Sosyal Bilimler İleri Araştırmalar Okulu (EHESS) Öğretim Üyesi tarihçi-siyaset bilimci Prof. Dr. Hamit Bozarslan ile konuştuk.    En sıcak gelişmeden başlayalım. Karabağ sorunu son 30 yılın sorunu…  Yer yer bölge ısınsa da büyük çoğunluğu aslında uzun süredir sular durulmuştu. Ne oldu da bölge tekrardan ciddi bir çatışma alanına dönüştü?   Bilmek için Erdoğan’ın kafasında neler geçtiğini görmek gerekiyor. Radikal Türk milliyetçiliğinin kafasında neler geçiyor onu görmek lazım. Bu konuda Türkiye’de tarihsel bir devamlılık var. İttihat ve Terakki’ye kadar uzanan bir Türk milliyetçiliği -ki bu Türk milliyetçiliği şu anda devletin resmi resmî ideolojisi haline gelmiş durumda. Tabi artık bir devletten de bahsedilebilir mi onu da bilemiyorum.  Bu milliyetçilik aynı zamanda sosyal-Darwinist, imhaya dayanan bir milliyetçilik. Bu milliyetçilik İttihat ve Terakki’den bu yana periyodik olarak güçleniyor.    İkincisi de Erdoğan yeni krizler yaşatmadan kendi iktidarını devam ettiremiyor ve yaşayamıyor. Bu da rejimi sürekli bir şekilde radikalleştiriyor. İki-üç haftada bir kriz yaşanıyor ve sanırım Kafkasya’da olanlar da bunun devamı. Bu devamlılık şunu da getiriyor; Türkiye’nin zarar verme gücü oldukça yüksek ama kazanabilme gücü yüksek değil. Zarar verme gücü yüksek çünkü son derece büyük tahribatlara yol açıyor. Fakat son 14 günde şunu da gördük ki, Azeri Devleti ya da Aliyev Mafyası ile Türkiye ve cihatçılar ciddi bir yenilgiyle karşı karşıyalar. Onların amacı iki gün içinde Karabağ’ın tümümü işgal etmekti ama 14 günün sonunda birkaç kilometreyle yetinmek zorunda kaldılar. Mafya olarak Aliyev çetesi kazanamadı. Türkiye’nin tüm silahlı lojistik yardımı, Aliyev’in kazanmasına yetmedi. Sanırım Ermenilerin büyük bir zafer kazandığını görmekteyiz.   Rusya’nın bir süre bekledikten sonra araya girip Azerbaycan-Ermenistan arasında ateşkes imzalanması Türkiye’nin bölgeye dair planlarını nasıl etkiledi?   Rusya hemen hemen 10 gün boyunca pek bir şey yapmadı. Orada önemli bir gelişme var. Bu gelişmenin nedenlerinden birisi şuydu; Ermeniler bu işi kendileri becerebilsinler ve ondan sonra biz müdahale ederiz. Eğer zaferden bahsedilecekse, yenilmemek bir zaferdir. Rusya’nın müdahalesi doğrudan olmadı.    Rusya neden bekledi?   Rusya, 19’uncu yüzyıldan itibaren ikili bir stratejiye sahip. Bu stratejinin ilk ayağı eski Çarlık Rusya’sında ve Sovyet Birliği’nde olup bitenler ve onun arka bahçesi olarak kabul edilmekte ve burada çok ciddi bir istikrarsızlık olmasını istememekte. Hâkim güç olarak burada kalmak istemekte.  İkincisi olarak Rusya bir imparatorluk ve öyle davranıyor. Hem Kafkasya’da hem diğer yerlerde hiçbir sorunun çözülmesini istememekte. Çünkü sorunların çözümü onun bir hakem olmasını engelleyecek bir senaryo yaratabilir. Ama aynı zamanda hiçbir sorunu ciddi bir şekilde kontrolde çıkmasını da istemez. Rusya şu an bunun da becerebildi. Hem arka bahçesinde hakimiyetini kurabildi hem de Karabağ meselesi çözülmeden bu meselenin kontrolden çıkmasını engelledi.   Yüz yıllık bir tarihe dayanan bir Kürt düşmanlığı var. Kürt düşmanlığı, Kürtlüğü ya güvenlik çerçevesinde ya da biyolojik bir temelde ele almakta. Artık ‘Kürt kartı’ dış politikada Türkiye’ye bir şey getirmiyor. Çünkü Kürtler çok ciddi bir prestije sahip. AKP’nin ve Erdoğanizmin söylemleri içe dönük söylemler.    Dünyada problemli, çözülemeyen ve zamana bırakılan bölgeler var. Örneğin Musul, Kerkük, ya da Gazze, Golan Tepeleri. Bugün sıcak bölge olması itibariyle Karabağ öznelliğinde, bir türlü “paylaşılamayan” ve statüye de kavuşturulamayan bu bölgeler, genel dünya-bölgesel sistem ve politikalar açısından ne anlam taşıyor?   Bu tarz yerlerde her zaman iktidar ilişkileri var. Karabağ meselesini çözmek çok kolay. Karabağ Ermenilerine silahlı savunma imkânı sağlayan ciddi bir özerklik verilmesiyle ya da bir referanduma gidilerek halka neyin istediğinin sorulmasıyla çözülür. Azerbaycan bu iki öneriyi de sürekli olarak reddetti. Ne bir özerklik senaryosu ne de bir referandum senaryosu. Burada çok ciddi bir şekilde iktidar ilişkisini görmekteyiz. Kendisini üstün güç ve iktidar olarak gören ve halkların isteklerine ve taleplerine hiçbir şekilde önem vermeyen bir iktidarla karşı karşıyayız. Sanıyorum ulusal sorunların olduğu tüm ülkelerde aynı durum geçerli.   Ermenistan-Azerbaycan çatışmasında Türkiye’nin pozisyonu çok konuşuldu, konuşuluyor. Türkiye, Azerbaycan’a açık desteğini “Suriye’den 300 YPG/PKK’li taşındı” argümanı üzerinden kurarken, Türkiye’nin 300 kişilik silahlı grubu Suriye’den bölgeye gönderdiği birçok ülke tarafından resmi ağızlarca açıklandı. Türkiye, Karabağ’da da neden “Kürt kartı” kullandı? Bunun Kızıl Kürdistan’la bir bağlantısı, ilişkisi olabilir mi?   Bunun Kızıl Kürdistan ile bir bağlantısı var mı? Pek bilemiyorum. Çünkü Erdoğan’ın tarih bilincinin o kadar derin olduğunu düşünmüyorum. Yine Bahçeli’nin de tarih bilincinin o kadar derin olduğunu düşünmüyorum. 1990’lar dan bu yana Türkiye’de bir söylem var. Tansu Çiller’in de söylemlerini hatırlayın: ‘Kürtler kendilerini Müslüman olarak gösteren Ermenilerdir. PKK savaşçıları aslında ASALA savaşçıları, sünnetsiz gerillalar…’  Ve bu aynı zaman da şu anlama geliyordu: ‘Kürt sorunu diye bir sorun yok, Kürt savaşçıları ya da Kürt gerillaları başkaları tarafından manipüle edilen güçler ve bunlar Ermenistan’dan gelen teröristler…’ Terörizm bağlamında her şeyi açıklama çabası, YPG kartının kullanılmasını da beraberinde getirdi. Fakat şunu gizleyemediler; bugün Kafkasya’da olanlar cihadi kuvvetlerdir. Bu cihadi kuvvetlerin sayısı Suriyeli kaynaklara göre 300 değil, bin 200. Ve bu bin 200 cihatçının 120’sinin öldürüldüğü bilinmekte. Eğer paralı bir asker kullanımı varsa bunu yapan Türkiye’dir. Eğer Kürtler, Azerbaycan ve Ermenistan savaşına katılıyorlarsa bunlar Kürt oldukları için ya da Ermenistan Kürdü oldukları için katılıyorlar ama Suriyeli cihadiler paralı asker haline dönüşmüş bir çete olarak duruyorlar.    Hem NATO hem de Rusya’ya karşı “Kürt kartını” fazlasıyla kullanan Türkiye istediği sonucu alabiliyor mu?   Burada temcit pilavı gibi bir olay var. Fakat dediğim gibi Türkiye, çok ciddi zarar verebilme kapasitesine sahip ama kazanabilme kapasitesine sahip değil. Temcit pilavı diyorum çünkü devletin 1925 gizli raporlarına baktığımız zaman çok açık bir şekilde, şunu söylüyorlar: ‘Kürdistan var bunu görmezden gelmeyelim ama bu Kürdistan bizim için bir tehlike. Fırat’ın doğusunun Kürt olması bizim için bir tehlike. Bu ülkede iki milletin yaşaması söz konusu değil.  Bunlardan birinin ortadan kaldırılması gerekiyor.’ Kürtlüğün neredeyse biyolojik bir düşman olarak tanımlanması 1925’lere dayanan bir olgu. Ve Abdülhalik Randa’nın raporlarına baktığımız zaman da 1925 raporlarının önemli bir kısmının Kürtlüğü tamamen biyolojik bir düşman olarak tanımlamakta. Abdülhalik Renda ise 1925 yıllarının Bitlis Valisi ve Ermeni Soykırımı’nın ilk sorumluları arasında yer alan birisi. Abdülhalik Renda gibi yani Ermeni Soykırımı’nı gerçekleştiren birisinin ondan sonra Kürt sorunuyla görevlendirilmiş olması oldukça manidar. Yüz yıllık bir tarihe dayanan bir Kürt düşmanlığı var. Kürt düşmanlığı, Kürtlüğü ya güvenlik çerçevesinde ya da biyolojik bir temelde ele almakta.   Artık ‘Kürt kartı’ dış politikada Türkiye’ye bir şey getirmiyor. Çünkü ABD’de, Avrupa Birliği’nde ve Rusya’da Kürtler çok ciddi bir prestije sahip. AKP’nin ve Erdoğanizmin söylemleri içe dönük söylemler. Kızıl Elma koalisyonu mu, radikal-milliyetçi koalisyon mu diyelim, bir milliyetçi iktidarın oluşturulması, pekiştirilmesi hâkim kılınmakta. 2000’lerin başında bile AKP radikal Kemalistlerden, MHP’den destek almamaktaydı. Susurluk geleneği tümüyle AKP’nin dışındaydı ama 2013-14’ten bu yana yeni bir koalisyon kuruldu. Bu koalisyonun unsurları arasına ciddi şekilde MHP, Susurluk, Mehmet Ağar, Vatan Partisi, Süleyman Soylu ve bazı Kemalistler var. Yeni koalisyonun bu şekilde oluşturduğunu görmekteyiz. Bu koalisyonun harcını birincisi Kürt düşmanlığı, ikincisi Türklerin bir tarihsel misyonuna sahip olduklarını düşünmesi oluşturuyor. Erdoğan zaten bu tarihsel misyonunu hatırlatıyor ve işte ‘bizim anavatanımız 18 milyon kilometre kareydi’ diyor. Yine Erdoğan 2071’den bahsederken Türklüğün dünyaya hakim olma misyonunu dile getiriyor.    Suriye, Libya, Irak ve Doğu Akdeniz derken şimdi de Karabağ. Oradan oraya sıçrama hali… Türkiye’nin bu “fırsatçılık” çıkışları nereye kadar gidebilir? NATO ve Rusya’nın “tahammül” sınırı nedir?   Bu konuda tümüyle haklısınız. Çünkü bir yerden diğer yere sıçrayan bir para-militer radikalizm söz konusu. Bunu Balkanlardan da görebiliyoruz, Makedonya’da da. Hatta ve hatta bu cihadi güçler yarın Avrupa’yı da kana bulayabilir. Bu cihadi güçler devletin yönlendirmesiyle yarın Paris ve Berlin’de de bombalar patlatabilirler. Buna karşı gördüğümüz şu; ABD kesinlikle bir stratejiye sahip olmayan bir ülke. Yani dört yıldır bir stratejik bir çizgisinin, bir Ortadoğu stratejisinin olduğunu söylemek gerçekten çok zor. Bugün tümüyle bir serseri mayına dönüşmüş bir iktidar tarafından yönlendirilmekte. Eğer Trump önümüzdeki dönem için yeniden seçilirse, bu serseri mayın olgusunun dört yıl daha devam etmesi demektir.    Rusya’nın stratejisi daha değişik. Rusya hiçbir ihtilafın çözülmesini istememekte. İhtilafların çözülmemesi aynı zamanda Rusya’nın hakem olarak bu ihtilaflara dahil olmasını mümkün kılabiliyor. Bu 19’uncu yüzyıla dayanan bir olgu. 19’uncu yüzyıldan itibaren Rusya’yı Rusya yapan ihtilaflarının tümününüm devam etmesi ve bu ihtilaflarda son tahlilde hakemliği sayesinde geçici çözümlerin bulunması.    AB’ye gelince maalesef var olmayan bir güç. Ekonomik olarak dünyanın birinci gücü ama siyasi ve ekonomik olarak nüfuzu olmayan bir birim. AB’de, Türkiye’ye karşı şu an da çok yoğun tepkiler var. Bu tepkiler Almanya’nın ılımlı çizgisi sayesinde nispeten dengelenmekte. Türkiye’nin yarın atacağı bazı adımlar, Almanya için de sessiz kalamayacağı sonuçlar yaratabilir. Fakat şu an o noktada değiliz.   Bu paramiliter güçlerin Türkiye’nin başına bela olma ihtimali var mı?   Evet, büyük bir ihtimal. Sadece Türkiye’nin değil dünyanın başına bela olma ihtimali yüksek. Susurluk olaylarını, ölüm tugaylarını hatırlayınız. Yarın bu ölüm tugayları Türkiye’nin her yerinde olacak. PÖH’ler, JÖH’ler ya da Suriye Milli Ordusu denilen mafya yapılanması… Bu paramiliter güçler kesinlikle yarın Ankara’nın söylediğini ve vereceği emirleri dinleyen güçler olmayacak. Bunlar iktisadi ilişkileri, askeri çıkarları olan güçler. Süleyman Soylu gibi birisi aslında belli alanlarda Erdoğan’dan bile daha güçlü olabilen, özerk olan biri. Bu paramiliter güçler, Türkiye’de yarın çok ciddi sorunlar çıkartacak. Kaldı ki şimdi bile çıkartıyorlar. Türkiye’nin dışında da çok ciddi sorunlar çıkartacak kişiler olarak ortaya çıkacaklardır.   Kobanê defterinin kapatılması mümkün değil. Hem devlet hem de Kürtler açışından kapatılması mümkün değil. Çünkü Kobanê bir tutanak, tarihsel bir kilometre taşı. Erdoğanizmin yenildiği bir kilometre taşı, Kürt hareketinin tamamen özerkleştiği ve kendi direniş kapasitesinde yola çıkarak özerkleştiği bir andır.   Kürt sorunu değişmez sıcak gündemlerinin başında geliyor. Muhalefet liderleri de bu aralar Kürt sorunun yeniden telaffuz etmeye başladı. AKP-MHP iktidarı ise bu konuda daha da baskıyı arttırıyor. Bu kapsamda 6 yıl önceki Kobanê eylemlerine dair HDP’ye operasyon başlatıldı…    Muhalefetin gerçekten demokratik bir muhalefet olabilmesi için Kürt sorunun tali bir sorun olarak değil temel bir sorun olduğunu kabul etmesi gerekir. Aynı zamanda demokratik bir muhalefet olabilmesi için Türklük ve Kürtlük ilişkilerinin eşitlik temelinde düşünülmesi gerekmekte. Söz konusu olan sadece ‘biz de Kürtlere biraz zülüm ettik, haklarını gasp ettik’ değil. İşler bunun çok çok ötesinde. 1990’larda böyle bir söylem belki tutabiliyordu ancak bugün Kürt hareketi tüm baskılara rağmen en azından legal düzeyde yüzden 10’dan az oy almayan bir hareket. Kayyım atıyorsunuz, tutukluyorsunuz, medya da linç ediyorsunuz fakat tüm bunlara rağmen Kürt hareketi yine yüzde 10’u aşan ve yüzde 15’lük potansiyeli olan bir hareket. Eğer muhalefet gerçekten demokratik bir muhalefet olmak istiyorsa ve gerçekten demokratik bir iktidar alternatifi olmak istiyorsa bu bileşkeni tümüyle entegre etmesi gerekiyor. Ama Kürt olarak entegre etmesi gerekiyor. Kürt hareketine ‘biz  demokratik oluruz da Kürt olmayın’ deme hakları yok. Bugün Babacan bir iki cümle söyleyebiliyor fakat Babacan neyi temsil ediyor bilmiyorum. Ama Davutoğlu Suruç yıkılırken, Sur yakılırken, başbakan olan biri. Davutoğlu’nun bunun hesabını vermeden bir şey yapabilmesi mümkün değil. Ve CHP’nin Kemalist çizgiden uzaklaşmadan kalkıp Kürt sorununa bir çözüm geliştirmesi bana çok zor geliyor. Kürt sorunu, Türk siyasetçilerinin çözüm getirmesi değildir. Kürt sorunu, Türk siyasetçilerinin Kürt hareketini meşru görmesi, entegre etmesi ve bunu iktidarın bir parçası haline getirmesidir. Eğer CHP, DEVA, Gelecek Partisi bunu göremiyorsa iktidar ve demokratik bir parti olmaları imkanları da yoktur.    Bir türlü Kobanê defteri neden kapatılmıyor?   Kobanê defterinin kapatılması mümkün değil. Hem devlet hem de Kürtler açışından kapatılması mümkün değil. Çünkü Kobanê bir tutanak, tarihsel bir kilometre taşı. Erdoğanizmin yenildiği bir kilometre taşı, Kürt hareketinin tamamen özerkleştiği ve kendi direniş kapasitesinde yola çıkarak özerkleştiği bir andır. Kobanê Kürtlüğün Ortadoğu’da cihadi hareketlere karşı bir kalkan olarak oluştuğu bir an. Devletin bunu unutabilmesi mümkün değil ve bunu Kürtlerin de unutması mümkün değil. Hatırlayınız Kobanê öncesi Erdoğan ‘Kürtler var, Kürtlerin varlığını kabul ediyoruz hatta Kürtlere zaman zaman haksızlık ettik’ şeklinde ifadeler kullanıyordu. Bunun altında ‘biz sizi tanıdık siz de artık Türklüğün emrine girin’ meselesi yatıyordu. İşte Kobanê Kürtlüğün Türklüğün emrine girmediğini gösteren bir gelişmeydi. Kürtlüğün, özerkleşmeyi ve özneleşmeyi kabul ettiği, nesneleşmeyi ise reddettiği bir hamleydi. O yüzden devletin Kobanê’yi unutması mümkün değil. Kürt hareketinin, Kürt gençliğinin, Kürt halkının da Kobanê’yi unutması mümkün değil. Nasıl ki Mahabad tarihsel bir kilometre taşı ise Kobanê’de öyledir.    Kobanê eylemleri sonrasında 30 Ekim 2014’te yapılan Milli Güvenlik Kurulu’nda “Çöktürme Planı” hazırladığını biliyoruz. O toplantıda çözüm sürecinin bitirilmesinin de kararlaştırıldığı genel kanı. Çözüm sürecinin bitirilmesi ile Kobanê arasında nasıl bir ilişki görüyorsunuz?   Ciddi bir ilişkisi var. 1915 koşullarında, soykırım koşullarında değiliz. Fakat 2013-2015 ile 1914-1915 arasında ciddi bir benzerlik ve devamlılık var. 1914 yılında İttihat ve Terraki’nin Ermenilere söylediği ‘Biz varlığınızı kabul ediyoruz, hatta size karşı haksız davrandık ama mademki bunu kabul ettik şimdi sizin de Türklüğün emrine girmeniz gerekiyor.’ Hâlbuki ki o dönemin Ermeni hareketinin siyaseti, Osmanlı İmparatorluğu’nun yeni temellerde kurulmasıydı. Eşitlik temellerinde. 2013 ve 2014’te olan da buydu. Erdoğan, Kürtlere ‘biz sizi tanıyoruz’ diyor, hatta Kürdistan kelimesini kullanıyordu.  Onun ötesinde ‘Dersim’de facia yaşandı’ diyordu. Ama ‘mademki artık sizi tanıdık, siz de Türklüğün emrine giriniz…’ 1915 te Ermeniler, Türklüğün emrine girmediği için soykırımı yaşadı. Ve 2013-2015’te önce Kobanê’de sonra 2015 seçimlerinde Kürtlük, Türklüğün emrine girmediği için Suruç Katliamı ve diğer katliamlar yaşandı. Onun için Rojava, Türkiye’nin boğazında yutulamayacak bir lokma olarak kaldı.    Cumhurbaşkanı Erdoğan tekrardan Kuzey-Doğu Suriye’ye operasyon açıklaması yaptı. Bölgeden gelen bilgilere göre Türkiye, Rojava’ya yönelik operasyon hazırlığı içerisinde. Yine Rojava’nın Federe Kürdistan sınırına KDP’nin de aylardır askeri sevkiyat yaptığı biliniyor. Eş zamanlı olarak Şengal konusunda Federe Kürdistan ve Irak merkezi hükümeti anlaşmaya vardı. Bir yandan da Kuzey ve Doğu Suriye’deki Kürt partileri arasında birlik çalışmaları sürüyor. Tüm bu sıcak gelişmeleri nasıl okuyorsunuz?   Şu anda Erdoğan’ın Suriye’deki manevra sahası nasıl olacak onu bilemiyorum. Çünkü bir yandan ABD Kobanê’ye müdahale etmemesi üzerinde verdiği bir durum var.  Diğer yandan İdlib noktasında yani Rusya ile anlaşacaklar mı? Rusya’nın bir iki yerden çıkması sağlanacak mı?  O konularda gerçekten bir şey söylemem mümkün değil. Ama Kürtler ister istemez ihtilaflı bir hareket. Yüzyıllık bölünmüşlüğün doğurduğu sonuçlar var. Nesiller ile siyasi gelenekler birbirinde farklı fakat bununla birlikte sanki adı konulmamış bir Kürt cephesi de var. Adı konulmamış ancak birbirleriyle kan dökülmesini engelleyen bir irtibat. Çünkü 1990’larda çok kan döküldü. Kürdistan’ın bir bölümünü imha edilmesini engelleyemeye yönelik siyasi gelişmeler var. Ve sanıyorum olan işte Irak Kürdistan’nın ve Rojava’nın birbirine yakınlaşması ve Kürt hareketinin iç entegrasyonunu hızlandırılması. Her halükarda bir öneme sahip. Çünkü bu iç entegrasyon sağlanmadığı için Kerkük kaybedildi, iç entegrasyon oluşmadığı için Afrin’de ortak bir cephe savunulamadı ve kaybedildi. Sanıyorum Kürt hareketinin şu anda yapmaya çalıştığı ve yapması gereken bu iç entegrasyonu hızlandırması. Burada şunu söylemekte de fayda var; bu iç entegrasyonunun mümkün olduğu kadarıyla ABD ve Rusya ile iş birliği içerisinde koordineli bir şekilde sağlanması.   Bu kaotik durumda çıkışın iki formülü var. Sorunların ‘millileştirilmesi’ne ve bağımsız hakemlere ihtiyaç var. Özellikle Ortadoğu’da en önemli çözüm, Türkiye ile İran’ın sınırlandırılması ve bölgeden dıştalanması. Çünkü bu ikili bölgeye sorun çözücü aktör olarak gelmiyorlar tam aksine sorunları derinleştirmek için geliyorlar.   ABD ve Rusya ile olan kısmı biraz açabilir misiniz? Çünkü Kürtlerin 100 yılı aşkın yaşadığı sorunların temelinde ABD ile Rusya’nın payı var.   Evet, ABD ve Rusya’nın çok büyük bir sorumluluğa sahip olduğu kesin. Yani Mahabad olsun Afrin olsun… ABD’nin isteseydi Türkiye’nin Rojava’daki manevra alanı o kadar genişlemezdi. Fakat şu kesin ki her iki ülkenin de Kürtleri imha etme gibi bir stratejisi yok. Yani ABD’nin Kürtleri imha edilmesi gibi bir menfaati yok. Türkiye’ye ihtiyaç duymakta ama ABD şu anda serseri bir mayına dönüşmüş durumda. Kalkıp bir imha stratejisini desteklemek gibi en ufak bir neden yok. Rusya’nın da bir imha stratejisini desteklemesi için en ufak bir nedeni yok. Şu ya da bu şekilde Türkiye’nin imha ve katliam politikalarına karşı ABD ile Rusya’nın desteğine ihtiyaç var. Bunu sadece Rojava Kürtleri, Güney Kürtleri olarak yapmamak gerekiyor. Bunu genel Kürt hareketi olarak yapmak gerekiyor. Bu yüzden Rojava’nın ve Güney Kürdistan’ın yakınlaşması bence çok önemli.    Rojava’da devam eden Kürt ulusal birliği çalışmalarını nasıl görüyorsunuz?   Kürt iç entegrasyonunun değişik aşamaları var. Rojava iç entegrasyonu, Güney Kürdistan iç entegrasyonu ve ondan sonra bölgesel düzeyde Kürt güçlerinin entegrasyonu. Yani en azında müzakere masalarının olması kendi başına çok önemli. Ve Rojava’daki müzakerelerde hem Güney Kürdistan’ın hem de ABD’nin önemli bir rol oynadığını biliyoruz.   Van’da iki yurttaşın işkence edilerek helikopterden atılması gündeme oturdu. Buna karşı hukuki bir süreç işlemedi. Haberi yapan Kürt gazeteciler tutuklandı.  90’lı yıllar ve daha öncesinde, böylesi işkence pratikleri, devletin kabul etmediği, yasal olmayan silahlı gruplar üzerinden yapılır ve “gizlenirdi.” Şimdi ise açıkça devletin polis ya da askeri gücüyle gerçekleştiriliyor. Devlet ne yapmaya çalışıyor?   Önce şunu kabul edelim Türkiye’de rasyonel anlamda bir devlet yok. Şu anda Türkiye’de bir kartel var. İsterseniz mafya kartel ister siyasi kartel isterseniz de oligarşi deyiniz. Bir isme sahip olan Erdoğan ama aynı zamanda bu ismin ötesinde değişik bileşenlerde oluşan, paramiliter ve ekonomik bir yapı kazanan ve her birleşenin ciddi bir özelliğe sahip olduğu bir yapıyla karşı karşıyayız.  90’larda olan da buydu. 90’larda devlet baya zayıflamıştı ve devletin çeteleşme süreci yaşanmaktaydı. Ve şu anda bu devletin çeteleşmesi, kendi içinde de çeteleşmesi ve çetelerin artması olgusuyla karşı karşıyayız. Bu çetenin değişik çetelerin Kürtlük meselesinde ortak hareket etmesini engellememekte ve bu çetenin bileşenlerinin tümü Ermeni düşmanı, bu çetenin bileşenlerinin hemen hemen tümü radikal, Türkçü fakat radikal İslamcı değil. Yine bu çete bileşenlerinin her birisinin özerkliği var. Ve sanıyorum paramiliterizasyon olgusundan bahsederken, bu özerklik olgusundan da muhakkak ki bahsetmek gerekiyor. Kararın ille de Ankara’dan gelmesi gerekmiyor. İlle de Erdoğan’dan hatta Hulusi Akar’dan gelmesi gerekmiyor. Ama bileşenlerinin özerkliklerinin artmaması, genişlememesi mümkün değil. Ve bu şu karşılaştırmalı olguyu da beraberinde getiriyor. Rusya’da da bir paramiliterizasyon olgusu var. Bu Rusya’da her zaman oldu fakat özellikle de Putin döneminde arttı.  Fakat Putin devleti her şeye rağmen rasyonel bir boyuta sahip olan, stratejik bir akla sahip olan ve bileşenleri arasında bir koordinasyonun olduğu bir devlet. Türkiye bu anlamda bir devlet değil.   Dünya krizinden bağımsız olmayan Ortadoğu’da çatımalar ve kaotik durumdan çıkış yolu, formülü nedir? Bu çatışmaları derinleştiren başat aktörlerden biri olan Türkiye için bir çözüm reçetesi var mıdır?   Bu kaotik durumda çıkışın iki formülü var. İlk koşulu sorunların ‘millileştirilmesi’. Libya sorunun Libyalılar tarafından çözülmesi, Suriye sorunun Suriyeliler tarafından çözülmesi. Lübnan sorunun Lübnanlılar tarafından çözülmesi. Bu benim açımdan paradoksal bir şey çünkü tamamıyla enternasyonalist birisiyim. Fakat sanırım enternasyonalizme geçmeden önce tüm bu sahadaki olanların, birbirleriyle çatışan aktörlerin dış müdahale olmadan kendi sorunların çözmeleri gerekmekte. Bunun için bölgesel güçlerin tümüyle dıştalanması şart. İran’ın Türkiye’nin tümüyle dıştalanması şart. Yemen meselesinde Suudi Arabistan’ın tümüyle dıştalanması şart. ‘Millileşme’ olmadan bu sorunların çözülmesi mümkün değil. İkincisi, bu sorunların çözülebilmesi için bağımsız hakemlere ihtiyaç var. Bu bağımsız hakemler, BM’den olabilir, değişik aktörlerin meşruiyetlerini kabule ettiği hakemler olabilir. Bu hakemlik mekanizmaların genişletilmesi gerekir. Ama şu anda özellikle Ortadoğu’da en önemli çözüm, Türkiye ile İran’ın sınırlandırılması ve bölgeden dıştalanması. Çünkü bu ikili bölgeye sorun çözücü aktör olarak gelmiyorlar tam aksine sorunları derinleştirmek için geliyorlar.   MA / Selman Güzelyüz