Otuzüç kan pınarı, akmaz, göl olmuş bu dağda... 2020-07-28 10:24:14   VAN - Ahmed Arif’in "33 Kurşun" şiirine konu olan Sefo Deresi Katliamı’nın üzerinden 77 yıl geçti. Ne kemikleri bulundu ne de yakınlarının yas tutmasına izin verildi. Anıt yapmaları dahi engellenen yakınları, “O günden bugüne Kürtler hala ölüyor ve kanıyor” dedi.    Temmuz 1943 yılında "sınırı ihlal ettikleri" gerekçesiyle Van'ın Saray ve Özalp ilçesine bağlı Sırımlı (Xerapsorik), Değirmigöl (Îngizamilan) ve Çaybağı (Runexar) köylerinde askerler tarafından gözaltına alınan 33 köylüden 32’si, dönemin 3. Ordu Komutanı Orgeneral Mustafa Muğlalı'nın emriyle götürüldükleri Sefo Deresi'nde elleri arkadan bağlanıp, diz çöktürülerek infaz edilmelerinin üzerinden 77 yıl geçti. Cumhuriyet tarihinin en büyük toplu katliamlarından biri olarak bilinen "Sefo Deresi Katliamı", Ahmed Arif'in “33 Kurşun” şiiriyle tarihe "33 Kurşun Katliamı" olarak geçti.     HAYVANLARA YEM OLDULAR   Sırımlı (Xırabsor) Mahallesi'nde yaşayan Cüzeyri Özkaplan, katliamda 15 akrabasını kaybetti. Özkaplan, sözlerine sadece 33 Kurşun değil, tüm katliamlarda hayatlarını kaybedenleri anarak başladı. Şeyh Said, Zîlan ve Dersim’den sonra Kürtlerin bu kez Sefo Deresi'nde katliama uğradığını söyleyen Özkaplan, sadece kendi köylerinde 16 kişinin katledildiğini kaydetti. Katledilen insanların hiçbir suçunun ve günahının olmadığını belirten Özkaplan, “Mustafa Muğlalı, bu insanları toplayıp Sefo Deresi'ne götürdü ve acımasızca katletti. Katliamda 2 amcam, babamın kuzenleri, babamın amcaları ve akrabalarını kaybettik. Bu insanlar katledildiğinden uzun süre kimsenin haberi olmadı. Hatta aileler cenazelerini bile alamadı. Yıllardır da kimsenin o bölgeye girmesine izin vermiyorlar. O insanların kemikleri ve bedenleri hayvanlara yem oldu” dedi.    ANIT BİLE İZİN VERİLMEDİ    Katledilenlerden geriye kalanların yıllardır acı ve ıstırapla yaşadığını dile getiren Özkaplan, şunları anlattı: “Yıllarca kemiklerini bulmak umuduyla yaşadılar ve onlara kavuşamadan göçüp gittiler. Bizler olay aydınlatılır diye beklerken, 2004 yılında Özalp'teki bir tabura Mustafa Muğlalı'nın ismini verdiler. Dava açtık ve o ismi oradan kaldırttık ama AİHM'e gitmek için yaptığımız başvuru zaman aşımı nedeniyle tarihin tozlu sayfalarında yerini aldı. Aileler olarak orada bir anıt yapmak istedik ve katliamın yıldönümünde oraya gitmek istedik ama izin vermediler. Orası yasaklı ve girişlere izin verilmiyor. Katledilen insanların arasında 90 yaşındaki kişiler de vardı, izne gelen iki asker de. O dönem bu insanlara 'işbirlikçi' yaftası yapıştırıldı. O insanlar işbirlikçi ise izinli gelen askerler de mi işbirlikçiydi?”    Zîlan, Roboskî, Ankara ve Suruç katliamlarını hatırlatan Özkaplan, “Bu ülkede onlarca katliam yaşandı ama hiçbirinin hesabı verilmedi. Devlet yaşanan bu katliamlardan dolayı özür dilemek bir yana ölülerimizin kemikleri üzerinde bir dua bile okumamıza izin vermiyor” dedi.    YAS TUTMAYI YASAKLADILAR   Değirmigöl (Êngiza Mila) Mahallesi'nde yaşayan Mehmet Ali Özay ise, katliamda 3 amcasıyla birlikte 7 akrabasını kaybetti. “Bu insanlar madem suçluydular neden mahkeme kurup yargılamadılar?” diye soran Özay, katliamda hayatlarını kaybeden hiç kimsenin bir suçunun olmadığını vurguladı. Katliamda sadece amcası İbrahim’in yaralı olarak kurtulduğunu belirten Özay, şunları anlattı: “Amcam kurtuldu ama o da kaçtığı İran’da hayatını kaybetti. Kurtulan amcam bize, ‘Bizi Sefo Deresi'ne götürüp el ve kollarımızı bağladılar. Hatta bizi öldüreceklerini söylediler, biz de hatamızın olmadığını söyledik ama hepsini öldürdüler’ dedi. O günden bugüne Kürtler hala ölüyor, hala kanıyor. Biz bu acıyı unutamayacağız. Onlarca kuşak geçse de bu yaşananları onlara aktaracağız. Ölülerimizin kemiklerini bile bulamadık. Bu devlete ne diyelim ki? O insanlar öldürüldüklerinde ağlamayı ve yas tutmayı bile yasakladılar. Devlet devlet olsaydı o katliamda parmağı olan herkesi yargılar, bizim karşımıza çıkarırdı ama yapmadı. Orada öldürülen insanların tamamı bu bölgenin rûspîleriydi (Aksaçlılar). Kim ne yaparsa yapsın biz Kürdüz ve davamızın arkasındayız. Öldürmekle Kürtler bitmez. Şeyh Said’den, Seyit Rıza’dan bugüne onlarca katliam yapıldı ama Kürtler geri adım atmadı, susmadı ve direnmeye devam ediyor.”   KATLİAM NASIL OLDU?   29 Temmuz 1943 yılında "sınırı ihlal ettikleri" gerekçesiyle Van'ın Saray ve Özalp ilçesine bağlı Sırımlı (Xerapsorik), Değirmigöl (Îngizamilan) ve Çaybağı (Runexar) köylerinde askerler tarafından gözaltına alınan 33 köylüden 32’si, dönemin 3. Ordu Komutanı Orgeneral Mustafa Muğlalı'nın emriyle götürüldükleri Sefo Deresi'nde elleri arkadan bağlanıp, diz çöktürülerek infaz edildi. Bir köylü ise cenazelerin altında kalarak hayatını kurtardı. Türkiye tarihinin en büyük toplu katliamları arasına geçen olay, sınır ihlalinde bulundukları gerekçesiyle İran tarafındaki Kürt aşiretlerin koyunlara devletin oluşturduğu silahlı grupların zaman zaman el koymasıyla başlayıp, yine Mehmedi Misto adındaki bir aşiret reisinin 2 bin koyununa el konulması ile tırmandı. Ailenin Özalp Kaymakamlığı'na mektup yollayarak koyunlarını geri istemesine olumsuz yanıt verilmesi üzerine bazı aşiret üyeleri sınırı 1,5 kilometre aşıp, 500 koyunu alarak sınırın öte tarafına geçirdi. Bunun üzerine o dönem Rus işgaline karşı bölgeye gönderilen 3. Ordu Komutanı Orgeneral Mustafa Muğlalı tarafından 33 köylü gözaltına alındı.    SADECE BİR KİŞİ KURTULDU   İçişleri Bakanlığı müfettişi Avni Doğan, gözaltındaki köylülerle görüşüp onların suçsuzluğunu anladı. Fakat kaymakam ve subayların “Bunlar bizim ordunun nasıl ve nerede konuşlandığını Ruslara bildirerek casusluk da yapıyorlar” yalanı doğrultusunda müfettişi dinlemeyen Muğlalı’nın emriyle 30 Temmuz 1943 günü gece yarısından sonra tutuklular jandarma tarafından cezaevinden alınıp, hudut taburu komutanına teslim edildi. Elleri bağlı 33 köylünün 32’si, iki manga askerin yaylım ateşi sonucu oracıkta katledildi. Sadece bir köylü, cenazelerin altında kalarak yaralı bir şekilde sağ kaldı. Ancak o da kısa süre sonra sığındığı İran'da yaşamını yitirdi.    KATLİAM BAŞBAKANLIK RAPORUNDA   Başbakanlığın 21 Mayıs 1951 tarih ve 5/10-1912- 6/1637 sayılı raporunda, dönemin tabur komutanının olaya dair anlatımları şu şekilde yer aldı: “1943 senesi Temmuz’unda Üçüncü Ordu Müfettişi Mustafa Muğlalı, Özalp ilçesine gelmiş ve Askeri mahfelde Van Valisi Hamit Onat, Özalp Kaymakamı Hilmi Tuncel, Özalp Sulh Yargıcı Baki Tekin, Tabur Komutanı Şükrü Tüter ile beraber bulunurken, Van Valisi ile Özalp Yargıcı, Özalplı bazı vatandaşların hududun öbür tarafındaki şahıslarla münasebette bulunarak emniyet ve asayişi ihlal etmekte olduklarından şikâyet etmişlerdir. Bu şikâyet üzerine Ordu Müfettişi, Tabur Komutanı Şükrü Tüter'e, ‘bu adamları sana teslim ettireceğim, icabına bakar temizlersin’ diye emir vermiş ve bu emir üzerine hazırlanan listeye isimleri ithal olunan 32 vatandaş Vali Hamit Onat'ın emriyle Özalp Kaymakamı tarafından Polis Vazife ve Salahiyat Kanununun mülga 18. maddesine dayanılarak yakalattırılmış ve polis nezaretinde Hudut Tabur Komutanı Şükrü Tüter'e teslim ettirilmiştir. Bundan sonra bu şahıslar Yedek Subay Nejdet Bilgez ve Bilal Bali komutalarındaki iki müfrezeye tefrik olunmuş (ayrılmış) ve Kukur deresinde elleri, kolları bağlandıktan sonra üzerlerine makineli tüfekle ateş edilmek suretiyle öldürülmüşlerdir.”    TANIK ASKER: KENDİMİ CANAVAR GİBİ HİSSETİM   Olaydan 6 yıl sonra katliamın ağırlığına daha fazla dayanamayan bazı askerlerin, tüm bildiklerini askeri mahkemeye anlatmasıyla katliamın detayları bir bir ortaya çıktı. Gözaltına alınan 33 köylünün Muğlalı'nın emriyle hayvan ahırlarında tutulduğunu ifade eden ve kayıtlara Yüzbaşı Tezer olarak düşen bir asker, köylülere yapılan işkenceleri şöyle anlattı: “33 köylü gözaltına alındıktan sonra bir ay boyunca ahıra konuldu. Köylülerin sırtlarına eyer vuruldu, ağızlarına gem takıldı ve askerler üstlerine bindiler. Ben bu olayın ne kadar iğrenç olduğunu sivil olunca anladım. Orada robot gibiydim. Sivilde kendimi bir cani, bir canavar gibi gördüm. Ne insanlık, ne din ne de imanın askerlikte olmadığını gördüm.”    ‘MARŞLA İLÇEYE DÖNDÜK'   Askeri mahkemeye bildiklerini anlatan Niğdeli asker İsmail Çolak ise, yaşadıklarını “Köylüler yere dizüstü çökmüşlerdi. Her iki grup, yerde sürünerek yan yana gelmişti. Çoğu yüksek sesle dua okuyordu. Bağıran, çağıran, küfür edenler vardı. ‘Ateş’ komutuyla yumdum gözlerimi. Şuursuzca basmışım tetiğe. Mermim bitmiş ama ben hala ateş vaziyetindeyim. İnsanlar gözlerimin önünde cansız vaziyette yatıyordu. Katliamın ardından 'Dağ başını duman almış' marşını söyleyerek Saray'a döndük” ifadeleriyle anlattı.    İDAMLA YARGILANDI, TAHLİYE EDİLDİ   Bu anlatımlardan sonra katliamın emrini verdiği gerekçesiyle 1949 yılında mahkeme karşısına çıkarılan Mustafa Muğlalı’yla ilgili Genelkurmay Askeri Mahkemesi, 23 Kasım 1949'da “görevsizlik” kararı verdi. Askeri Yargıtay’ın 9 Ocak 1950'de bu kararı bozması üzerine ise, Orgeneral Muğlalı 2 Mart 1950'de idama mahkûm edildi. Ancak bu ceza, yaşı dikkate alınarak 20 yıl hapse çevrildi. Muğlalı ile yargılanan diğer askerlerin ise beraatına karar verildi. Mahkum edildikten sonra Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nin “ileri derecede akli yetersizlik” raporu vermesi üzerine Muğlalı, tekrar tahliye edilmesi sonrası 1 Aralık 1951'de öldü.    MUĞLALI'NIN İSMİ KIŞLAYA VERİLDİ   Katliamın hesabı sorulmadığı gibi yıllar sonra 2004'te Özalp'teki askeri kışlaya Mustafa Muğlalı'nın ismi verildi. Ailelerin mahkemeye yaptıkları başvuru ve halkın tepkisi sonucu kışlanın ismi, 2011 yılında “Şehit Astsubay Erkan Durukan” olarak değiştirildi. Aradan geçen 75 yılda, adına şiirler ve kitaplar yazılan katliamda öldürülen 32 kişinin cenazesi ise halen yasaklı askeri bölge olan Sefo Deresi'nde. Tüm başvurularına rağmen ailelerine öldürülen yakınlarının kemikleri verilmedi.    AHMED ARİF: AĞIT YAZDIM   Yaşanan bu katliamı, "33 Kurşun" adını verdiği şiirinde anlatan Şair Ahmed Arif, bir röportajında olayın hikayesini şöyle kaydetti: “Otuzüç Kurşun’u bir ağıt olarak yazdım. Bugün de öyle düşünüyorum. Çok yakınlarım, arkadaşlarım 'Niye yazdın bunu' dediler. Ben de dedim ki, 'Şu Bahçelievler’de manyağın biri otuz tane tavuğu çalsa, kesse, sokağa atsa, ertesi gün Ulus Gazetesi olayı dört sütun üzerinden verir. Tavuk değil bu yahu, 33 tane senin vatandaşın. Hiçbir suçu yok. Tertemiz. Belki hepimizden daha suçsuz. Kimsesizlikten başka suçu yok. Kimsesiz adamlar, o kadar. İçlerinde genci var, yaşlısı var. Öldürmüşler, kurşuna dizmişler... Dediğim gibi ben bunu bir ağıt olarak ele aldım. Yüreğim doldu. Gerçekten bir köylü kadın, mesela onlardan birinin annesi ya da o öldürülenlerden birinin kardeşi neyi duyuyorsa ben de aynı acıları duydum. İşte bu 'Otuzüç Kurşun' şiiri yüzünden geldiler götürdüler beni. Gece sabaha kadar dövdüler. 'Oku' dediler, okumadım.”     33 KURŞUN ŞİİRİ   1.   Bu dağ Mengene dağıdır Tanyeri atanda Van’da Bu dağ Nemrut yavrusudur Tanyeri atanda Nemruda karşı Bir yanın çığ tutar, Kafkas ufkudur Bir yanın seccade Acem mülküdür Doruklarda buzulların salkımı Firari güvercinler su başlarında Ve karaca sürüsü, Keklik takımı...   Yiğitlik inkar gelinmez Tek’e - tek döğüşte yenilmediler Bin yıllardan bu yan, bura uşağı Gel haberi nerden verek Turna sürüsü değil bu Gökte yıldız burcu değil Otuzüç kurşunlu yürek Otuzüç kan pınarı Akmaz, Göl olmuş bu dağda...   2.   Yokuşun dibinden bir tavşan kalktı Sırtı alaçakır Karnı sütbeyaz Garip, ikicanlı, bir dağ tavşanı Yüreği ağzında öyle zavallı Tövbeye getirir insanı Tenhaydı, tenhaydı vakitler Kusursuz, çırılçıplak bir şafaktı   Baktı otuzüçten biri Karnında açlığın ağır boşluğu Saç, sakal bir karış Yakasında bit, Baktı kolları vurulu, Cehennem yürekli bir yiğit, Bir garip tavşana, Bir gerilere.   Düştü nazlı filintası aklına, Yastığı altında küsmüş, Düştü, Harran ovasından getirdiği tay Perçemi mavi boncuklu, Alnında akıtma Üç topuğu ak, Eşkini hovarda, kıvrak, Doru, seglavi kısrağı. Nasıl uçmuşlardı Hozat önünde!   Şimdi, böyle çaresiz ve bağlı, Böyle arkasında bir soğuk namlu Bulunmayaydı, Sığınabilirdi yüceltilere...   Bu dağlar, kardeş dağlar, kadrini bilir, Evvel Allah bu eller utandırmaz adamı, Yanan cıgaranın külünü, Güneşlerde çatal kıvılcımlanan Engereğin dilini, İlk atımda uçuran Usta elleri...   Bu gözler, bir kere bile faka basmadı Çığ bekleyen boğazların kıyametini Karlı, yumuşacık hıyanetini Uçurumların, Önceden bilen gözleri... Çaresiz Vurulacaktı, Buyruk kesindi, Gayrı gözlerini kör sürüngenler Yüreğini leş kuşları yesindi...   b   Vurulmuşum Dağların kuytuluk bir boğazında Vakitlerden bir sabah namazında Yatarım Kanlı, upuzun...   Vurulmuşum Düşüm, gecelerden kara Bir hayra yoranım çıkmaz Canım alırlar ecelsiz Sığdıramam kitaplara Şifre buyurmuş bir paşa Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız   Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz Rivayet sanılır belki Gül memeler değil Domdom kurşunu Paramparça ağzımdaki...   4.   Ölüm buyruğunu uyguladılar, Mavi dağ dumanını ve uyur-uyanık seher yelini Kanlara buladılar. Sonra oracıkta tüfek çattılar Koynumuzu usul-usul yoklayıp Aradılar. Didik-didik ettiler Kirmanşah dokuması al kuşağımı Tespihimi, tabakamı alıp gittiler Hepsi de armağandı Acemelinden...   Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız Karşıyaka köyleri, obalarıyla Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu, Komşuyuz yaka yakaya Birbirine karışır tavuklarımız Bilmezlikten değil, Fıkaralıktan Pasaporta ısınmamış içimiz Budur katlimize sebep suçumuz, Gayrı eşkiyaya çıkar adımız Kaçakçıya Soyguncuya Hayına...   Kirvem hallarımı aynı böyle yaz Rivayet sanılır belki Gül memeler değil Domdom kurşunu Paramparça ağzımdaki...   5.   Vurun ulan, Vurun, Ben kolay ölmem. Ocakta küllenmiş közüm, Karnımda sözüm var Haldan bilene. Babam gözlerini verdi Urfa önünde Üç de kardaşını Üç nazlı selvi, Ömrüne doymamış üç dağ parçası. Burçlardan, tepelerden, minarelerden Kirve, hısım, dağların çocukları Fransız Kuşatmasına karşı koyanda   Bıyıkları yeni terlemiş daha Benim küçük dayım Nazif Yakışıklı, Hafif, İyi süvari Vurun kardaş demiş Namus günüdür Ve şaha kaldırmış atını.   Kirvem hallarımı aynı böyle yaz Rivayet sanılır belki Gül memeler değil Domdom kurşunu Paramparça ağzımdaki...   MA / Dindar Karataş