Kürkçü: Savunma ağırlıklı bütçe geleceksizlik yaratıyor

img

ANKARA - HDP'li Ertuğrul Kürkçü, 2018 bütçesinin ağırlıkta güvenlik ve savunmaya ayrılmasının geleceksizlik yarattığını belirterek, "Türkiye'nin gerçek güvenliğini arayan bir hükümetin yapacağı ilk şey düşman sayısını azaltmak, çatışma ihtimallerini gidermek ve savaş risklerini azaltmak olmaz mıydı?" diye sordu. 

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin (TBMM) en önemli yasama faaliyeti olan bütçe görüşmeleri, Genel Kurul'da 12 gün süren mesainin ardından bugün sona eriyor. Önceki yıllara göre oldukça sakin bir o kadar da katılımı az olan bu yılki görüşmeler özelikle CHP ve AKP arasındaki "yolsuzluk" tartışmalarına sahne oldu. CHP'nin "rant", HDP'nin ise "savaş" bütçesi eleştirisi getirdiği 2018 merkezi bütçesi, savunma ve güvenlik kurumlarına ayrılan büyük payla da dikkat çekti. Halkların Demokratik Partisi (HDP) İzmir Milletvekili Ertuğrul Kürkçü, Mezopotamya Ajansı'nın (MA) bütçe görüşmelerine dair sorularını yanıtladı. 
 
Kürkçü, bu yılki görüşmelere AKP milletvekillerinin dahi hevessiz katılım sağladığını belirterek, bütçenin güvenlik eksenli olmasını eleştirdi. Kürkçü, gerçek güvenliği arayan bir hükümetin ilk yapacağı şeyin "düşman sayısını azaltmak" ve "çatışma ihtimallerini gidermek" olduğuna dikkat çekti.
 
Görüşmelerden başlarsak, geçmiş dönemlere göre daha sönük bir bütçe görüşmesi oldu gibi. Bu yılki görüşmelerin atmosferini genel olarak yorumlamak gerekirse neler söylersiniz?
 
Önceki bütçelerde iktidar kendisini dayatıyordu ancak bu kez önceki dönemlerden en önemli farkın AKP'nin dayatmacı fakat hevessiz olması olduğunu söyleyebilirim. AKP’liler ne bütçeyi ne bütçenin gerisindeki mantığı hevesle savundular. Bu bütçede esasen 'satılacak' bir şey olduğunu düşünmediklerini ya da böyle hissetmediklerini söyleyebilirim. Bütçe esasen çok büyük bir vergi yüküyle geldi. Gerekçesi de savunma (siz ona savaş deyin) harcamaları oldu. Bunun memnuniyetle savunulması mümkün değildi. AKP'liler Maliye Bakanı'nın bu bütçede 'en büyük payın eğitime ayrılmış' olduğu iddiasını dillerinin ucuyla ifade etseler bile bunun inandırıcı olmadığının farkındalar. O yüzden de bir heves ve coşku yok. Bütçe sırasında üçüncü çeyrek büyüme rakamlarının nispeten yüksek gelmiş olması AKP cenahında saman alevi gibi bir heves yarattı ama bu da çabuk söndü.
 
Bahsetmişken bu büyüme oranları da tartışmaları beraberinde getirdi. Size göre bu rakamlar doğru mu?
 
 
Banka karları yükselirken ücretler yerinde saydı. 2017 üçüncü çeyreğindeki yüzde 11 büyüme göreli ve hormonlu.
 
Bu büyüme rakamları çeşitli etkilerle kağıt üzerinde bu kadar şişik görülebilir. Fakat büyüme rakamlarının yanı sıra refah istatistikleri, ücret ve gelir istatistikleri de var. Bunlarda ise çalışanlar, ücretliler ve dar gelirler aleyhine gerilemeler olduğu ortada. Örneğin Gini katsayısı 0,397’den 0,404’e yükseldi, yani en yüksek gelir grubuyla en düşük gelir grubu arasındaki eşitsizlik büyüdü. Banka karları yükselirken ücretler yerinde saydı. Öte yandan, 2017 üçüncü çeyreğindeki yüzde 11 büyüme göreli ve hormonlu. Göreli çünkü 2016 üçüncü çeyreğinde ekonomi 15 Temmuz etkisiyle önceki yıla göre yüzde 1,8 küçülmüştü. 2017’deki büyüme bu gerilemenin telafisinden ibaret. Öte yandan bu büyüme hormonlu. Hükümet, düşen üretim ve tüketimin telafisi için şirketlere, Kamu Garanti Fonu’ndan 200 milyar lirayı aşkın kredi kullandırdı; istihdam desteği verdi, sosyal güvenlik primlerini üstlendi, ÖTV ve ve KDV'de geçici indirimler yaptı, idari müdahalelerle tüketimi pompalama ve üretim maliyetlerini düşürme yoluna gitti. Bu büyüme oranının bir kaynağı bu müdahaleler. Öte yandan bu koşullar uluslararası para akışını da hızlandırdı. Dolayısıyla spekülatif karlar yani banka karları ve işlem hacmi büyüdü. Bunlar dışında gerçek manada büyüyen bir sınai kapasite ve üretim kapasitesi yok, ücretlerin büyümeden aldığı payda gerileme var. Bu büyümenin aynı tempoda sürdürülemeyeceği de çok açık. 
 
Bütçenin ilk gününden bu yana HDP olarak "savaş bütçesi" eleştirisi getirdiniz. Ama sanki halka yansıması olmadı gibi ya da HDP bunu biraz öteledi mi?
 
Bunun HDP’nin çabasının eksikliği ya da halkın algısıyla dolaysız bir ilgisi yok. Birincisi medyanın HDP'ye kapalı olduğunu biliyorsunuz; medya üzerinden halka ulaşmak aslında eskiye göre çok daha zor. İkincisi, halk geleneksel olarak vergilerin artışına, pastadaki payının küçülmesine ne kadar duyarlıysa da bu sözler kulağına ulaşsa bile sonucun savunma ve güvenlik harcamalarının artışıyla ilişkilendirilmesine seçici bir ilgisizlik gösteriyor. Güvenlik harcamaları artıyor diye pek telaşlanmıyor. On yıllardır 'güçlü ordu' ilkesi 'şehitler ölmez vatan bölünmez' sloganının yanı sıra devletin halka benimsettiği klişelerin başında geliyor. O açıdan bütçe eleştirisinin kendi başına bir heyecan yaratmamış olması anlaşılabilir. Ancak biz bu değerlendirmeyi daha çok halkın öncü kesimleri için dillendiriyoruz. O kesimlerde HDP'nin bütçe tartışmasındaki performansını ilgiyle izledi.
 
Hükümet "Her şey yolunda" diyor ancak asgari ücret belirlemesine geldiği zaman Başbakan’ın deyimiyle “Ülke şartlarına göre belirlenecek” deniliyor. Nedir ülke şartları? Canı istendiği zaman istendiği şekle giren bir şey mi, adı konulmayan, gizlenen derin bir kriz mi?
 
Özellikle Kürdistan'a yönelik askeri tedbirler harcamaları artırıyor. Ülke şartı denilen şey polis, asker, bürokrasi ve şatafatın kod adıdır.
 
Bu yukarıda konuştuğumuz çarpık bilince hükümetin duyduğu güvenin eseridir. Yıldırım 'Asgari ücrete sizin istediğiniz desteği veremeyiz, çünkü desteği askeriyeye vereceğiz' demek istiyor. 'Ülke şartı' dediği budur. İkincisi, özellikle Kürdistan'a yönelik askeri tedbirler de harcamaları artırıyor. Çünkü yeni silah alımları olmasa bile binlerce askeri hareket halinde tutmanın ve sürekli yakıt ve cephane sarf edilmesinin yarattığı çok büyük bir nakit harcama var. Bunun hazine ve bütçe üzerindeki baskısı çok yüksek. Zaten bu, bütçenin saklanan bir başka yönünü de hatırlatmayı gerektiriyor. Maliye Bakanı Milli Eğitim Bakanlığı’na 'Çok büyük bir pay ayırdık' diye övünse de genellikle bütçe dönemi kapandığında büyük pay ayrılan bütçelerin eksik gerçekleştiği yani bu paranın bu kalemde harcanmadığı oradan alınıp savunma ve güvenliğe aktarıldığı görülüyor. Dolayısıyla milli eğitim bütçesi savunma ve güvenliğin rezerv bütçesi. Demek ki, eğer asgari ücret sendikaların önerdiği gibi geçim endeksine bağlı yoksulluk ve açlık sınırları hesaba katılarak belirlenmiş olsa zaten yüzde 80'ni personel ücretlerine ayrılmış olan bu bütçenin tamamının personele tahsis edilmesi gerekecek. O yüzden hükümet her zaman şu tercihi yapacak; Üretken yatırımlara ne kadar polis ve askeriye, kırtasiye ve şatafata ne kadar bütçe ayrılacak? 'Ülke şartı' denilen şey polis, asker, bürokrasi ve şatafatın kod adıdır.
 
Türkiye’nin temel sorunlarını “güvenlik” çerçevesinden ela alıp, bunca savunma harcaması gelecek nesiller için ne ifade ediyor, ne bırakıyor?
 
En büyük dezavantaj her şeyin savunma ve güvenlikle ilişkilendirilmesinin gündelik dil, genel kültür ve eğitimin ruhuna militarizm, ırkçılık, ultra milliyetçilik, yabancı düşmanlığı ve savaş taraftarlığının işlemesine yol açması. Dolayısıyla gelecek kuşaklar açısından savunma öncelikli bir kamu maliyesi bu militarist ve ırkçı ideolojiye her yıl yeni aşı yapılması anlamına geliyor. Öbür taraftan kaynakların adil ve toplumsal ihtiyaçları önceleyerek dağıtılmayışı iki çok önemli aksamaya yol açıyor. Birincisi yüksek katma değer içeren bir büyüme için kaynak tahsis edilemiyor. Aşağıda yaratıcılık, yenilikçilik, araştırma, geliştirme ve bilgi teknolojilerinin katkısıyla işleyen bir ekonomik büyüme olmayışı, eğitim düzenini de son derece olumsuz etkiliyor. Türkiye gençliği sadece donanım değil, içerik bakımından da dünyadaki yaşıtlarından daha geri, daha dar ve daha kalitesiz bir eğitime maruz bırakılıyor. Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PİSA) sonuçları ortada; Türkiyeli öğrenciler dökülüyor. Aslında dünyadaki genel gelişmeye bakıldığında Türkiye'de eğitime harcanan paranın çöpe atıldığını söylemek de mümkün. 10 yıl sonra bugünkü müfredat tamamen manasız hale gelecek. 10 yıl daha içerik bu seviyede kaldığı takdirde bugün 5 yaşındaki çocuklar 15 yaşına geldiklerinde dünyadaki muadillerinin büyük çoğunluğu için hiçbir değer içermeyen bilgileri edinmek üzere sadece sokakta dolaşmasınlar diye okula gönderilmiş olacaklar. Bu geleceksizlik demek. 
 
İçişleri Bakanlığı bütçesinde de rekor artış yapıldı. Süleyman Soylu, 2018 yılında emniyet ve jandarmaya 39 silahlı İHA alınacağını açıkladı. Bu İHA ve SİHA’lar gerçekten sadece bir ülke güvenliği mi çünkü bir yandan da bu yöntemle iktidara yakın aile şirketlerine kaynak aktarıldığı eleştirisi var.
 
Eisenhower, ABD’yi askeri-sınai komplekse karşı uyarmıştı, bizdeyse askeri-sınai hanedan Saray'ın orta yerinde kuruldu. Muhalif medyanın bu askeri-sınai hanedan ilişkilerini ortaya çıkarması ve teşhir etmesi şart. 
 
Türkiye’de yapılanın gerçek bir 'güvenlik' tartışmasıyla ilgisi yok. Bu bir iç çatışma ihtimaline binaen silahlı güç tahkimatından başka bir şey değil. Türkiye'nin gerçek güvenliğini arayan bir hükümetin ilk yapacağı şey düşman sayısını azaltmak, çatışma ihtimallerini gidermek ve savaş risklerini azaltmak olmaz mıydı? Nitekim Binali Yıldırım Başbakan olduğunda ilk söylediği şey buydu. Bunu zevkle söylüyordu. Çünkü bu onun bile anlayacağı kadar basit ve kolay bir şeydi. Ama bugün izlemek zorunda olduğu dış ve iç siyasetle hem içerde hem dışarıda çatışma dinamiklerinin üzerine bodoslama gidiliyor. Ülke ittifaksızlığa sürüklenirken dışarıdaki her güç ve içerideki her yurttaş potansiyel düşman konumuna düşüyor. Bu paranoyanın şekillendirdiği iç siyaset hem toplumda daimi güvensizlik halini besliyor hem de devlet bu hale yaslanarak iç güvenlik ve savunmaya daha çok kaynak, daha çok insan tahsis etmeyi, savunma ve güvenlik bütçelerini şişirmeyi meşrulaştırıyor.
 
Şuna dikkat çekmek istiyorum; bu bir yandan hükümet tarafından yaratılan bir sonuçtu. Ancak öte yandan da hükümeti sarmış zaten onunla bütünleşmiş bir sermaye grubunun sistematik olarak hükümete dayattığı bir süreçtir. Türkiye’de son 10 yılda hükümetin 'milli harp sanayisi' kurma gerekçesiyle hormonladığı bir sermaye grubu oluştu ya da kimi sermaye grupları ağırlıklı olarak buraya yatırım yapmaya başladılar. Bunların kontrol ettikleri medya grupları da bir yandan savaş harcamalarının zorunluluğu konusunda toplumu sürekli baskı altında tutup kışkırtıyorlar hem de ürettikleri silah ve araç gereçlerinin biricik alıcısı olan devletin savaş harcamalarından nemalanıyorlar. Bu sermaye gruplarıyla hükümet arasında 'bir emme basma tulumba' ilişkisi oluştu. Bu gruplar, Türkiye'de Saray'ın hemen içerisinde. Yani devleti dolaylı yollardan uzaktan kuşatmaları, çembere almaları gerekmiyor. Akşam hanedan bir araya geldiğinde damat 'babacım ne silahlar yaptık bak' diye dosyaları masaya seriyor, beyefendi de 'çok güzel yapmışsınız damadım, devam edin' diye sırtını sıvazlıyor. Bu kadar diz dize bir aile içi meseleden söz ediyoruz. Eisenhower, ABD’yi askeri-sınai komplekse karşı uyarmıştı, bizdeyse askeri-sınai hanedan Saray'ın orta yerinde kuruldu. O nedenle bu İHA, SİHA işleri bir yandan akılsızca yaratılmış tehditlerin abartılı yorumlanmasının sonucu öbür yandan da askeri-sınai hanedanın bu çatışmayı daimi kılma ihtiyacının ürünleri. Muhalif medyanın bu askeri-sınai hanedan ilişkilerini ortaya çıkarması ve teşhir etmesi şart. 
 
Bu Osmanlı hanedanı gibi Saray'da oturup buyruk vermekle yetinen geri kalan zamanda hayratla uğraşan bir hanedan değil. Sürecin içinde aktif bir kurucu olarak yaşıyorlar. Hanımefendi ve kerimeler sosyal yardımlar ve kadınlara değen alanları, mahdum eğitim alanını, öteki mahdum uluslararası taşımacılık ve finansı, damadın biri enerji ve madenciliği, öbürü harp sanayisini, enişte istihbaratı ve beyefendi de ordu, polis ve geri kalan her şeyi deruhte ediyor. Bakanlıklar, Genel Müdürlükler ve Valilikler hepsi birer gölge artık. Bunların gerisinde ne seçilmiş ne atanmış olan, devletin organizasyon şemasında bir yerleri olmayan, hesap vermeyen ve cezalandırılmazlıkla donatılmış bir hanedanın üyeleri hakikaten ve operasyonel olarak devlete el koymuştur. Eğer 2019'da tam boy bir başkanlık rejimine maruz kalacak olursak Türkiye'nin yeni müesses nizamının merkezinde bu hanedan olacak. 
 
2018 yılı bütçe tasarısında Meclis’e ise 1 milyar 255 milyon 124 bin TL ödenek ayrıldı. Bu rakam 2017’de 981.6 milyon TL idi. Bu artış çok büyük abartılı değil mi? Bunun büyük bir bölümü milletvekillerinin ücret ve harcamaları olduğu biliniyor ve bu konuda toplumdan milletvekillerine de dönük eleştirileri sürekli gündemde.
 
Bu mesele doğrudan doğruya Türkiye'de siyasetin finansmanın baş aşağı durmasıyla ilgili. Esasen siyaset kamusal bir iş ve dolayısıyla siyaset kamu bütçesinden finanse edilmeli -ama temel özgürlükler, yurttaşın siyasete katılım kanalları, basın, ifade ve örgütlenme, toplantı ve gösteri özgürlüğü ile birlikte. O zaman siyasetin kamu tarafından finanse edilmesi sıradan yurttaşın siyasete katılmasının da yolu ve güvencesi olur. Türkiye’de ise siyaset kamu tarafından yukarıdan finanse ediliyor. Bunun iki temel kaynağı var; Biri partilere hazine yardımı, öbürü yasama masraflarının kamu tarafından üstlenilmesi, yani halkın gördüğü gözle milletvekillerine yüksek maaş ve ayrıcalıklar. Devlet milletvekillerine 'Sana ortalamanın çok üzerinde bir ücret tahsis ediyorum, git bununla ne yaparsan yap' diyor. Böylece siyasetin tabanda finanse edilmemiş olmasının bütün vebali milletvekillerinin üzerine yıkılıyor. Oysa tam öbür uçtan başlamak gerekir. Sistem tersine çevrilebilirse milletvekillerinin gelirleriyle ortalama gelir arasındaki makası kapatmak hem gerekli hem zorunlu olur. O zaman siyasetin finansmanı da toplumla politik partiler arasındaki bir ilişki haline gelecektir, bunu devlet değil toplum yapacaktır. Fakat örneğin HDP'nin kamu bütçesinden kaynak almaması halinde kaliteli ve etkin siyaset yapması neredeyse imkansız. Çünkü hem toplumun en yoksul kesimine dayanıyoruz hem de bütçeden aldığımız kaynak dışında herhangi bir kaynağımız yok. Oysa gelirlerin adil bölüşüldüğü, halkın katılım yollarının açık olduğu, siyasete katılımın aşağıdan desteklendiği bir yerde HDP gibi "yoksul" partiler için siyasetin kendisi pekâlâ kaynak yaratmanın bir imkanı haline gelebilirdi. Milletvekili, yolluk ve ödenekleri de aynı şekilde Türkiye çapında faaliyet yürütebilmemizin biricik maddi imkânı; bu ödenekler olmasa, seçim bölgelerine, her yerde süre giden siyasi ve toplumsal etkinliklere, yurt dışındaki faaliyetlere katılmamız ve etkin olarak yer almamız part bütçesine katkıda bulunmamız hemen hemen imkânsız olurdu. Ödenekleri, parti, ev sahipleri, THY, petrol şirketleri, taksiler, oteller ve lokantalar arasında pay ediyoruz.
 
Farklı bir yöntem geliştirilmesi mümkün değil mi?
 
Milletvekillerine yaşam ve çalışmalarını belli bir standartta yaşamlarını idame ettirebilmeleri için asgari işçi ücreti ya da ortalama gelir üzerinden hesaplanan bir aylık ya da yıllık ücret tahsis edilebilir. Siyasetin finansmanı için gereken bütün diğer harcamalar ise belli bir düzen içinde belgelenerek kamu bütçesine rücu edebilir. Bildiğim kadarıyla örneğin Almanya'da böyledir, bence makuldür. Dolayısıyla ikide bir milletvekili ödenekleri tartışma konusu olmaz. Fakat bizimki bayağılaşmış bir siyaset süreci. Bir yandan Anayasa koyucu siyasetin finansmanını böyle tanzim ediyor, iktidar gücü olduğu halde Anayasa değişikliğine gitmiyor ama öte yandan onların kontrolündeki lağım medyası sıra bir milletvekilini vurmaya geldiğinde bunu ödeneği, yolluğu ve imtiyazları üzerinden yapıyor. Milletvekili olmadan önce üzerinde düşünmek aklıma bile gelmezdi ama Meclis'e geldikten sonra anladım ki, TBMM lokantası sübvanse edilmese milletvekilleri istese de seçmenlerini Meclis’te ağırlayamaz.
 
Türkiye’de milletvekili ödeneği aylık 15 bin TL dolayında, yıllık 175 bin TL ediyor; güncel pariteyle 38.543 Euro. TÜİK 2016 istatistiklerine göre bu, bilişim, finans ve tıp gibi çalışma alanlarında nitelikli işgücüne ödenen ortalama aylığın 3-4 katı. Bu Avrupa’da en düşüklerden biri sayılıyor ama İtalya, Litvanya, Letonya, Bulgaristan dışında hiçbir yerde ortalama ücretle milletvekili aylığı arasında 3 kattan yüksek bir fark yok. Türkiye’deki genel ortalama ücretle milletvekili aylığı arasındaki makas daha da açık. Bunca yoksulluk varken kimsenin bu göreliliklere akıl yormasını ve aslında yürütme karşısında manasızlaşmış bir Meclis'teki vekillere verilen kendisininkinden on kat fazla aylığı muhalif vekillerin yüzü suyu hürmetine hoş görmesini beklemiyorum. Ancak şu gerçek ortada: Siyaset yürütmek, hatta bir yerden bir yere gitmek için başka bir kaynağımız da yok.
 
Doğrusu Meclis'teki ikinci yılımda bir kanun teklifi vermeye heves ettim, milletvekilli aylıklarının ortalama işçi ücretine ya da asgari ücrete endekslenmesi ve diğer bütün yasama ve temsil bağlantılı giderlerin kamu tarafından üstlenilmesi için ama 'Anayasaya aykırı' olduğu için geri döndü. Çünkü Anayasa'ya göre milletvekili ödeneğinin en yüksek devlet memurunun maaşına endekslenmesi gerekiyor. Bütün Meclis birleşmedikçe de Anayasa değişmiyor. Hepsi bu kadar! Siyaset yeniden kurulmadıkça bu açmazdan çıkmanın bir yolu gözükmüyor.
 
Yine en fazla pay arttırılan ve denetim dışında tutulan savunma sanayi fonu ile sosyal yardım ve dayanışma fonu. İlkine anlam yükleniyor ancak sosyal yardımlaşma ve dayanışma fonu ne kadar doğru, tarafsız, eşit, adil kullanılıyor. Bir de bunun bir erken seçim payı olarak kurgulandığı belirtiliyor. Katılıyor musunuz?
 
Savaş ve silah sanayisinde öncü rol oynayan Savunma Sanayi Destekleme Fonu ya da TSK Güçlendirme Vakfı, TSK Yardımlaşma Vakfı OYAK gibi vakıflar ve kurumların muazzam bütçeleri Meclis denetiminde değil.
 
Ben bunu erken seçim göstergesi olarak okumuyorum. Bu her zaman böyle sadece bu dönem değil. Aslında bu bütçe tartışmalarında şartlar gereği de böyle oldu. Politik argümanlar öne geçti. Fakat Sayıştay raporlarına baktığımız zaman hiçbir Bakanlık ve bağlı kuruluşların 2017 bütçelerinin usulüne göre harcanmadığı, belgelenmediği ortada. Aslında bence ibra edilmeyecek bir bütçe gerçekleşmesi var. Muazzam bir kuralsızlık, kayıt dışılık. Hesabın ucu kaçmış durumda. Bu arada en az denetlenen Savunma Sanayi Destekleme Fonu ya da Meclis denetiminden geçmeyen TSK Güçlendirme Vakfı, TSK Yardımlaşma Vakfı OYAK gibi vakıflar ve kurumlar savaş ve silah sanayisinde öncü bir rol oynuyorlar ya da TSK mensuplarının sermaye ve piyasa ilişkilerinde aktif olarak yer almasını sağlıyorlar. Bunların muazzam bütçeleri Meclis denetiminde değil. Bunlar bütçeden, kamuya açık biçimde, en azından şeklen müzakere edilerek elde edilemeyen kaynakların siyasi denetim dışından sağlanma yolları. Öte yandan Sosyal Yardım ve Dayanışma Fonu da esasen sosyal güvenlik sistemi dışında bırakılarak doğrudan doğruya AKP arpalığı olarak çalıştırılıyor. Bunların denetim içine alınması yönündeki çabalarımızın karşılığı olmadı. Çünkü bütün hükümetler kimseye hesap vermeden harcayacakları bir bahşiş ve sadaka kapasitesini elde tutmak istiyorlar oysa bunların tümü bir sosyal güvenlik bütçesinin içerisinde saydam bir biçimde gerçekleştirilebilir ve gerçekleştirilmelidir de.
 
Bu yılki bütçe için "AKP iktidarının en adaletsiz ve vicdansız bütçesi" tespiti yapılmıştı. Katılıyor musunuz?
 
Katılıyorum elbette. Genel olarak hep vicdansız ve adaletsizdir zaten AKP bütçeleri. Esasen bütün AKP bütçeleri, bu bütçe de dahil 2001-2002 Kemal Derviş reformlarıyla sağlanan mali disiplin mantığıyla gerçekleşti. Bu mantık nedir? Kamu harcamalarını minimize ediniz, kamunun hizmet üretmesine son veriniz, sosyal devlet işlevlerini piyasaya aktarınız, geri kalan bütün kaynakları sermayeye girdi olarak yeniden düzenleyiniz. AKP bu prensiplere her zaman sonuna kadar uydu.
 
Peki bu eleştiriler ışığında HDP olarak nasıl bir bütçe önerisi getiriyorsunuz?
 
Bütün bütçe planlaması demokratik özerkliklere dayanan en azından Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’yla uyumlu yeni bir yönetim modeli üzerinden düşünülmesi gerekiyor.
 
Bu bütçeye baktığımızda bunun muazzam bir israf bütçesi olduğunu görüyoruz. Bunu Cumhurbaşkanı kendisi itiraf etti 'İtibardan tasarruf olmaz' diye. İtibardan, yani gösteriş ve şatafattan Cumhurbaşkanı tasarruf etmezse Başbakan, Bakanlar, Valiler ve muhtarlar da etmezler, belediye başkanları, genel müdürler, rektörler, dekanlar kimse etmez. Dolayısıyla esasen ihtiyaçlar için değil sadece gösteriş için ve akılsızlık yüzünden kabaran, işlerin idaresi için değil insanların yönetilmesi için kurulmuş olan yapıları dönüştürmek ve israfa son vermek bile devlet harcamalarını yarıya düşürebilir.
 
İkincisi, bütçe mimarisi ve dengesinin tamamen tersine çevrilmesi gerekir. Üretken olmayan bütün bütçe kalemlerinin kısılması, kaynakların üretken harcamalara tahsisi gerekir. Yani, iş gücünün, üretim araçlarının ve bilginin yeniden üretimine yönelik kaynakları maksimize etmek, ordunun, polisin, bürokrasinin, idarenin harcamalarını minimize etmek gerekir. Üçüncüsü, merkezi idarenin ve bütçenin, dışişleri, adalet maliye ve milli savunma dışındaki işlevlerinin ve bütçe hakkının önemli ölçüde ya da tamamen yerel yönetimlere devredildiği bir yeni yapıya ihtiyaç var. Merkezi ve yerel bütçelerin ulusal ve yerel ihtiyaçları karşılıklı uyarlayarak birlikte işlemesine elverecek şekilde en baştan düzenlenmesi gerekiyor. Özellikle doğal kaynakların işletilmesinden elde edilen üretim gelirlerinin anlamlı bir payının mutlaka yerellere bırakılması gerekiyor. Bu pay halen de 'devlet payı' olarak merkezi bütçeye gidiyor ve bir bölümü valilikler üzerinde yerele dönüyor ama yerel yönetim veya halkı değil devletin yerel ayağını güçlendiriyor. Dolayısıyla bütün bütçe planlaması da demokratik özerkliklere dayanan en azından Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’yla uyumlu yeni bir yönetim modeli üzerinden düşünülmesi gerekiyor.
 
Dördüncüsü, bütçenin yapılmasına her sektörde çalışanların ve yönetilenlerin her düzeyde katılabilmesinin yolunun açılmasıdır. Bunu yapmak kolay olmasa da bu katkıyı almak için harcanacak zaman ve kaynağın aslında süre giden israf ve kaybedilen zaman ve kaynağı önemli ölçüde azaltarak bütçenin güçlenmesine yardımcı olacağı aşikar.
 
Beşincisi, cinsiyete duyarlı bir bütçe. Bütçenin özellikle kadınların ihtiyaçlarına tahsis edilmesi konusunda kadın katkısına, kadınların yol göstermesine ve öncelikleri belirlemesine ihtiyaç var.Altıncısı, Türkiye'nin istihdam, üretim ve yatırım bakımından ihmal edilmiş bütün bölgelerine kaynakların pozitif ayrımcılık içinde aktarılması konusunda mutlaka önemserdik.
 
Özetle bizim bütçemizin yüzü, kadına, barışa, halklara, ihmal edilenlere ve ezilenlere dönerdi.
 
MA / Hayri Demir