Şair İlhami Sidar: Şiirle yaralarıma merhem oluyorum

img

DİYARBAKIR - Hakikat arayışını edebiyatla sürdüren yazar-şair İlhami Sidar, şiirlerinin bu coğrafyada yaşananlardan referansını aldığını ve savaş içerisinde şiirlerini kaleme aldığını dile getirerek, “Şiirle kendi yaralarıma merhem olmaya çalıştım” dedi. 

Şiirlerindeki hakikat arayışıyla dikkat çeken yazar-şair İlhami Sidar, hakikatin varoluş sorunu olduğunu belirterek, “Her insanın varoluş nedeni vardır. Herkes çeşitli uğraşlarla kendini arar, gerçekleştirmeye çalışır. Ben de kendimi bildim bileli bunu edebiyatla yapmaya çalıştım” diyor. İlhami Sidar’la Aram Yayınları’ndan yeni çıkan "Masum Saat" isimli şiir kitabını ve edebiyatı konuştuk. 
 
Masum Saat isimli şiir kitabınız Aram Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Bu kitap nasıl ortaya çıktı, bize kitaptan söz eder misiniz? 
 
Benim edebiyatla ilk ilişkim şiirle oluştu. Çocukluğumdan bu yana şiir yazıyorum. 1999’da “Sözlerin Yalazında”, 2005’te “Alışkın Hüzünler” isimli kitaplarım çıktı. Ardından “Bir Cudi Söylencesi” isimli romanım çıktı. Bu romanı daha fazla tarihi bir konuda bilinçlendirme çalışması olarak başlamıştım. Ancak roman çıktıktan sonra biraz Tolstoy’un Savaş ve Barış kitabını andıran, Kürt ulusal isyanlarından biri olan Bedirxan İsyanını arka plana alan bir roman olduğu için dili, anlatımı okuyucular tarafından beğenildi. İsmim biraz da bu romanla birlikte tanındı. 
 
Şiir hep ertelendi, ertelendi ama şiir bende hiç bitmedi. Kitaplarımı okuyan dostlarım, okuyucularım kitaplarımı “Şiirsel bir dil” olarak tanımladılar. “Masum Saat”te olan eserler 2010 yılından itibaren yazdığım şiirler. Daha sonraki yıllarda yazdığım şiirlerimdeki imgelerimde bir evirilme görüldü. Sözlerin Yalazında kitabım 1990’lı yılların yangın döneminden gelen eserlerdi. “Alışkın Hüzünler”i oluşturan şiirler ilk kitaba göre daha imgesel. Bu kitapta da imge açısından daha oturmuş bir çizgiye yaklaştığımı hissettim. “Masum Saat”in özellikle ilk bölümü bu coğrafyada yaşananlardan referansını alıyor. Hemen hemen aynı şeyleri yazıyorum. Bu şiirlerde de bu coğrafyanın insanları yer alıyor. Ancak bu yansıma daha naif, yumuşak sözcüklerle oluyor. 
 
Zamanla sizde bir şeyler birikiyor ve üzerinde çalışmaya başladığınız zaman şiir disiplini çerçevesinde şiirleştirmeye çalışıyorsunuz. 20 yıldan bugüne şiirimin önemli bir gelişme ve evrim gösterdiğini söyleyebilirim. Ama aynı kökenden geliyor. 
 
Kitapta Sur’da yaşamını yitiren Rozerin Çukur, Kobanê’de DAİŞ’e karşı mücadele eden simge isimlerden biri olan Arîn Mirkan, Roboskili ve Cizreli çocuklara atfedilmiş şiirler var. Ne itti sizi bu şiirleri yazmaya, hangi duygu ve atmosferde bu şiirleri yazdınız? 
 
Bu sadece Rozerin için bir şiir değil. Bu süreçte yaşamını yitirmiş tüm gençlere yakılmış bir ağıt olarak düşündüm. Dişine kan değen canavarlara karşı dişime süt verdi diye bir karşılık. Ölen birisinin bu dünyaya bakarken nasıl bir dünya düşlediği temelinde bakarak yazdım.
 
Rozerin’in 3 yıl boyunca öğretmenliğini yaptım. Rozerin ile aramızda olan o duygusal bağı bir tarafa bırakacak olursak, onun dışında biz kırılmalarla dolu bir süreç yaşadık. Bunun içindeydik. Bazen geceleri patlama sesiyle tavana sıçrıyordum. Bunun önüne geçebilmek için elinizden bir şey gelmiyor. Bu süreçte ne yapabilirim diye düşündüm. Çünkü huzursuz oluyorum, nefes alamıyorum. Nefes kanallarınız tıkandığı zaman siz yaşayamazsınız. Bazen Melayê Cizirî’nin divanına bakıyordum orası benim için bir sığınak oluyordu, o şiirleri okuyup Türkçeye çeviriyordum. Bu sadece Rozerin için bir şiir değil. Bu süreçte yaşamını yitirmiş tüm gençlere yakılmış bir ağıt olarak düşündüm. Dişine kan değen canavarlara karşı dişime süt verdi diye bir karşılık. Ölen birisinin bu dünyaya bakarken nasıl bir dünya düşlediği temelinde bakarak yazdım. Savaşta sadece iki taraf değil onların dışında masum insanlar da yaşamını yitiriyor. 
 
Arîn için yazdığım şiir benim tek Kürtçe yazdığım şiirdir ve tek günde çıktı. Kitaptaki Türkçe çevirisidir. Televizyonlardan Arîn üzerine yapılan yayınlar ve marşları dinlerken saatlerce evde tek başımaydım. O atmosferde şiiri gözyaşları içinde yazdım. Gerçek hayatta gördüğümüz trajedilerin şiire dönüşmüş şekli olarak görüyorum. Onları yazmazsam rahat edemezdim. Son romanım da benim için eteğimdeki taşları dökmek gibi. “Başka Gökyüzü” benim değilse de bana babamdan, atalarımdan kalan günahların bir kefareti. Ben o romana kadar kendimi Êzidîlere karşı günahkar hissediyordum. Yazdıktan sonra biraz yatıştım. Şiirler de o şekilde biraz benim acılarımı dindirdi. Çünkü çok büyük acılar çekiyordum. Şiir ile kendi yaralarıma merhem olmaya çalıştım. 
 
Şiir birçok kişi tarafından “damıtılmış” sanat-edebiyat eseri tanımlaması yapılır. Romanda yazan bir edebiyatçı olarak siz nasıl yorumluyorsunuz bu tanımlamayı?
 
Damıtılmış yanı vardır, benim için özellikle vardır. Masum Saat’in son şiiri aslında bir romandır, bir ayrılık hikâyesidir. Ama nehir şiir dediğimiz bir tarzda kaleme aldım. Biraz Melayê Cizirî’nin ruhundan damıtılmış bir şiir. Onun divanından sağdığım bir şiir olarak görüyorum. Girişte de zaten onun bir epigrafi var. “Alışılmış Hüzünler” kitabında Halepçe Katliamı’na ilişkin bir şiir yazdım. Yaşanan katliamdan dolayı Diyarbakır’a oradan gelenler vardı ve içimizdeydiler. Gördüklerim karşısında bir destan yazmaya karar verdim. 60 sayfalık şiir yazdım. Sonra Salah Birsel’in şöyle bir sözü var: “Atın, atın, her şeyi atın... Şiir her şeyi attıktan sonra kalandır.” Ben de öyle yaptım ve o şiirden iki dize kaldı. “Yıldızlar birer mızrak gibi sivrilirken gecede/Yüzün hardal bir hüzün ile gecikir Halepçe’de.” Bütün o hikâyeyi 2 dizeye sığdırdım. O zamandan bu yana şiirin tamamen saf, damıtılmış ifadelerden oluşturmaya çalıştım. Bu kitabımın ilk şiiri tek dizeden oluşuyor, “Uzun bir ağıt oldu ömrümüz” diye. Aslında yaşanan savaşa dair bir roman yazabilirsiniz ama tek bir dizeyle ifade etmeyi uygun buldum. Romanlarımda da bu sıkıntıyı çekiyorum. Yazdığınız her cümlenin şiir olmasını istiyorsunuz ama bu mümkün değil. Okuyucuyu şiirin derinliğine çekme, farklı bambaşka örülmüş bir dünya sunmaya çalışıyorum. Fakat müziğe, tınıya çok önem veriyorum. Farkında olmadan aruz kalıbının tınısını, Cizirî’den etkilenerek yazıyorum. Müzik, tını, öge eksik olursa damıtılmış şiiri yakalamanız mümkün olmayacak. 
 
Şiirlerinize baktığımızda hakikat arayışına dair bir vurgu var. Hakikat ve aşk arayışı edebiyatın neresinde duruyor?
 
Hakikat aslında bir varoluş sorunudur. Her insanın varoluş nedeni vardır. Herkes çeşitli uğraşlarla kendini arar, gerçekleştirmeye çalışır. Ben de kendimi bildim bileli bunu edebiyatla yapmaya çalıştım. Şiir, roman iç içe giderken hep bir arayışın içindeydim. Uzun yıllar arayışım maddi bir arayıştı. Hem aşk hem de beni var eden diğer nedenleri maddi bir çerçevede düşünüyordum. Sonra herkesin kendine özgün bir dünyası olduğunu fark ettim. Bu mistik bir dünyadır. Bunu kuantum fiziği çerçevesinde de düşünebiliriz. Edebiyat çerçevesinde de baktığımızda kendimi yaratan, dokularımı oluşturan iklimin içine girerek, o iklimin bende yarattığı bir yurdum var. 
 
Herkesin hakikati kendi içindedir, ikliminde, gönlündedir. Bunu bulduğunuz zaman orada çok derin şeyler yatıyor. Ya orada boğulursunuz ya da orada sonsuzluğa karışırsınız. Zerreleriniz sonsuzluğun zerresine karışır ya da paramparça olursunuz her zerreniz yeryüzünün dört bir tarafına dağılır gidersiniz. 
 
Ferîdüddin Attâr Müsibetname isimli eserinden bir örnek vereyim. Kendi kahramanını bir zihin yolculuğuna çıkarır, kahramanı ışığı arayışın peşindedir. 40 tane kapı çalar. Denizlerin, göklerin, meleklerin, peygamberlerin kapısını çalar. Çalmadık kapı bırakmaz. Kapılardan gelen cevapların hiçbiri onu tatmin etmez, hiçbirinde aradığı sorunun cevabını bulmaz. 40’ıncı kapıyı çaldığında kapının açılmasıyla birlikte gözleri bir ışık kamaşması ile birlikte kalır. Aradığı cevabı o kapının arkasında bulur. Kapının arkasındaki diyor ki; “Hey gafil, bunca yer, iklim, mekan dolaştın vara vardığın yer kendinsin. Çünkü kırkıncı kapı gönül kapısıdır.” İşte ben o gönül kapısını aradığıma inanıyorum. 
 
Bana göre herkesin hakikati kendi içindedir, ikliminde, gönlündedir. Bunu bulduğunuz zaman orada çok derin şeyler yatıyor. Ya orada boğulursunuz ya da orada sonsuzluğa karışırsınız. Zerreleriniz sonsuzluğun zerresine karışır ya da paramparça olursunuz her zerreniz yeryüzünün dört bir tarafına dağılır gidersiniz. Önemli olan o parçaları toplayıp kendinizden bir bütün yaratabilirsiniz. Ben bunu şiir ile yapmaya çalışıyorum ve hayatın, aşkın gerçeğini kendimde arıyorum. 
 
Şiirleriniz Melayê Cizirî’nin izlerini taşıyor. “Sevginin ve güzelliğin şairi” olarak tanımlanan Cizirî’nin Kürt edebiyatındaki ve sizdeki yerini biraz anlatır mısınız?
 
40 yaşımdan sonra Kürtçe öğrendim ve ondan sonra Melayê Cizirî divanı ile karşılaştığımda kelimenin tam anlamıyla şok oldum. Yani Kürt edebiyatına dair Ehmedê Xanî, Cegerxwîn’in isimlerini duymuştum ama şiirlerini bilmiyorum. Hafız’ı, Attâr’ı, Ömer Hayyam’ı iyi biliyorum.  Fuzuliyi falan okumuştum ama Cizirî’nin durumu onları aşan bir durumda. Her kasidesi ayrı bir derinliğe sahip. Hemen hemen bütün bilimleri içeren bir tarzı var. Bende çok büyük bir etki yarattı. O günden bu yana mutlaka Melayê Cizirî’yi incelemeyi, onun divanını mürettep hale getirmeyi istedim. Çünkü latinize edilen çalışmalar var ve eksiklikler içeriyor. Zamanla Kürtçemi ilerletmeye başlayınca şiirlerini çevirmeye başladım. Kitap Ayrıntı Yayınları’ndan Kürtçe-Türkçe çıkacak. 
 
Cizirî’nin aşkı, maddeye, cisme, görünüşe, kaşa, göze yönelik bir aşk değil. Bununla başlayan ancak bunun çok ötesine giden bir aşk. Leyla ile Mecnun’un meşhur meseli var. Derler ki Mecnun sıcak çölde taşı göğsüne bastırır ve yakar Leyla’nın hasretiyle. Leyla yanına gelir “Ben buradayım, uğruna çöllere düştüğün Leylayım” der. Mecnun bir bakar ve “Hayır o değilsin” der. Bu aşkın olma, aşkı içselleştirmektir. Cizirî’nin böyle bir aşkı var medrese ile birlikte bunu ilahi aşk ile birleştirme var. Ancak Cizirî’nin aşk anlayışı ilahi aşkı da aşan, yoğun bir felsefeyi içeren bir aşkı var. Madde ile sınırlı olmayan anlamla bütünleşen, özdeşleşen bir şey. Cizirî’nin şiirlerinde Selma’ya olan aşkından daha öte şeyler vardır. Kendini, ruhunu tamamlayan bir mana vardır. O manadır onun şiirini aşkını zenginleştiren ve değerli kılan. Benim de en büyük isteğim onun bir dizesi gibi bir dize yaratabilmektir. 
 
MA / Dicle Müftüoğlu