Türk basının yüz yıllık ‘Kürt’ ambargosu: Leyla Bedirxan’dan Kürt Basınına

img
Çayan Okuduci *
 
Leyla ismini duyunca aklıma hep iki Leyla düşer. Her iki Leyla’da direnişi ve güzelliği imler. Haklı direnişin güzelliğidir gözlerinde okunan. Yenidünya düzeninde oluşturmaya çalışılan kadın imajını ellerinin tersiyle iten ve bu uğruda ölümü bile göze alan, zindanlarda yıllarca tutsak olarak kalarak tek bir adım geri atmadan çelik gibi duranların “özgür halk” sevgisi dışında sergiledikleri pratiklerini nasıl açıklayabiliriz? Acımazsız işkencelerden geçen, soğuk hücrelerde her şeye rağmen umudu ve direnişi elden bırakmayan kadınların ismidir Leyla’lar. Aram Tigran’ın seslendirdiği ve bestelediği sözleri de Leyla Îşxan’ın babasına ait olan “Leyla Leyla” Stran’ın da dediği gibi; 
 
Leyla Leyla bihar e 
Dilê min zare zar e
Leyla Leyla êvar e
Hêvya te me de were[1]
 
Leyla bahardır. Leyla direniştir. Leyla baş eğmeyen kadındır. Leyla özgürlüktür. Leyla aşktır. Leyla halktır. Leyla direniş geleneğinin ete kemiğe bürünmüş halidir. Leyla dil ve varoluştur. Leyla zulme karşı eyvallahı olmayandır. Leyla cesarettir. Leyla bir halkın küllerinden yeniden doğuşunun suretidir. Biri Leyla Qasim diğeri Leyla Zana’ydı aklıma düşen. Her iki iradede Kürt kadın mücadelesinin sembolleşen isimlerinden, 2000li yıllardan sonra başka bir Leyla ile tanıştım. Hakkında çok az şey bildiğim ve daha çok Avrupalılar tarafında tanınan ve tanıtılan Leyla Bedirxan’ı anlatmak istiyorum. Leyla’yı tanıdıkça umudun ve sabrın nasıl nakşedildiğini, mücadeleyi kızıştırarak nasıl iz bıraktığını okudukça içerden bir sesin yükselişi ve gürleşmesine tanıklık ediyoruz. Leyla Bedirxan’la ilk tanışmam küçük bir odanın gri duvarına asılmış bir posteri ile olmuştu. Poster geleneksel Kürt motifleriyle sürrealisti bir hava yaratıyordu. İlk selamlaşmamızdan yıllar sonra hakkında yazılanları okudukça göğsüm kabarıyor, hayranlık ve merakım gittikçe yükseliyordu. İlkin Viyana’da sahne alır; “Gözü pek, dans tutkusuyla dolu ben, muhtemelen ömrümün sonuna kadar dans edeceğimin bilincinde ilk kez sahneye çıktım,” der[2]. İlk sahne sonrası batılı gazetelerin ve gazetecilerin ilgi odağı olur. Dönemin klasik batıcı kafası Ortadoğulu kadınlara yaklaşımı az-çok kestirebiliriz, hem küçük görme hem de yüceltmek arasında gidip gelen; esasında şaşkınlık yaratan bir çizgide büyüyen Prenses Bedirxan’a sorulan soruya verdiği cevabı okuyalım; “Ben La Scala'da dans eden ilk Kürt dansçıyım. Bana, ‘Siz Doğulu bir kadın mısınız?’ diye soruluyor. Mısır başta olmak üzere, çocukluğumu geçirdiğim ve çocukken gördüğüm hiçbir ülke ve bu ülkelerdeki hiçbir şey bana uzak değil. Ama eğer sorunuz 'Siz cariye ruhlu bir kadın mısınız?' anlamını içeriyorsa, sadece dansım Doğulu, ama ben Doğulu değilim." Kendi kültürel kodlarına sırt çevirmeyen, kültürüyle varlığını kökleştiren ve direnen Leyla’nın okkalı cevabı yukarıda belirttiğim zihniyetin ta kendisiydi. Kendi zamansal ağının dışına taşarak yayılan kendine has figürleriyle dansını icra eden, özgünlüğü ve özgürlüğüyle biçilmiş/öğretilmiş kalıpları sanatın gücüyle yerle yeksen edişini; inandığı yolun yolcusu olduğunu göstermesi açısından örnek bir kişiliktir de. 
 
1905 yılında İstanbul’da doğan ve bir süre sonra annesiyle Mısır’a gitmek zorunda kalan Leyla’nın çocukluğu Kahir’e sokaklarında geçer. Nedense Leyla’nın Kahire’de geçirdiği günleri Necib Mahfuz’un romanı olan “Midak Sokağı”nda aramaya çıktığımda oldu. Danslarında sürekli ellerini ön plana çıkaran sanatçı bize Mısır’ın kültürel kodlarını kendisinde barındırması sanatında yekpare olmayışını da göstermektedir. Evet, icra ettiği dans doğunun imgelerini veriyor olması yukarıda belirttiğim özünden taviz vermeyen kişiliğine bağlayabiliriz. Modern sahne ve batılı müzikle de geleneğin üstünü modern dünyanın getirisiyle büyüttüğünü ortada. Yaratıcı figürleriyle ve metaforlarıyla kendi üslubunu oluşturmayı başaran Leyla bağımsız kişiliğinin dışavurumu olarak okumalıyız. Şimdi kendi ağzında Kahire sürgününü dinleyelim; “Yedinci yüzyıldan atalarım Azizi’lerdi. […]Dedem Kürdistan’ın son hükümdarıydı. Ona karşı yapılan bir Türk seferiyle, umutsuz bir çabalamadan ve bir parça şarkî hainlikten sonra bütün ailesiyle beraber esir alındı. Büyükbabamın ölümüyle Sultan Abdülhamit onun oğullarını çağırdı ve maiyetindeki yüksek mevkilerin huzurunda onları bağışladı. Babam Abdülrezzak Bederxan, Jön Türklerin 1908’deki isyanına kadar meşhur Yıldız Köşkü’nde, seremonilerin büyük üstadı olarak yükümlülüklerini yerine getirdi. Jön Türkler hükumetin dizginlerini ele geçirince babam haklarını geri almak için Kürdistan’a döndü, annem ise güvenlik ve sakinlik arayışıyla beni Mısır’a götürdü. O zamanlar üç yaşındaydım. Kahire’deki çocukluğum, sürgün edildiğimiz 1917’ye kadar canlı ve mutluydu”[3]. Kahire sürgünü babasının suikasta uğramasıyla biter, hayatının bambaşka bir dönemine girer, güvenlik gerekçesiyle İsviçre’nin Montrö şehrine ulaşırlar. Leyla’da ne kadar baba ağır bassa da annesi özgürlüğünün ve sanatının anahtarıdır. Annesi tarafından sıkı ve güçlü bir eğitim geçirildiğini okuyoruz. Beş tane yabancı dil bilen Leyla aynı zamanda ailesinden gelen entelektüel damarında bilincinde; “Bağımsız olabilmek adına sıkı çalışmak için zihnimi müthiş bir ciddiyete odakladım. Ama kararlılığımın ne yararı vardı! Kaderi çizilmiş ruhuma fırlatılan, kitaplarımı kapatıp müzik ve dansın hayalini kurduran bir dans parıltısı vardı. Akşamları, diğer kızlarla dikiş dikmek yerine çalıştığım ders bittiğinde doğaçlama pantomim yapmak için onların bana katılmasını sağlardım. Ah! Aritmetik ve Latinceden çok daha fazla enerjiyi bunlara verdim ve sitemler haklı olarak sık sık tekrarlanıyordu. Fakat, ah, her şey içimde vahşi bir başkaldırıyla nasıl da dans ediyordu!”[4]. 
 
Leyla için hiçbir şey kolay değildir, dans ettiği için baskı altındadır. Sürekli gözetilen ve takip edilen biri olmuştur. Dansı ses getirmiş ve dikkatleri üzerine çekerek dar bir girdaba girse de dansın verdiği direniş ve var olmanın dayanılmaz arzusuyla bildiğinden/inandığından asla vazgeçmeyişi cesaretinin küçük bir pratiği olarak okumak gerek. 1931 yılında Pasadena Post gazetesindeki haberi okuyalım; “Katı bir Müslüman olmasına rağmen prenses, dans kariyeri için halkının geleneklerinden koptu. Paris’te bir stüdyo kurdu ve dans tutkusu sebebiyle şu an burada [Pasadena]. Dünyanın en çok beğenilen dansçılarından biri, fakat yine de tevekkül düşüncesi nedeniyle uzun zamanlı otel veya gemi rezervasyonları yapmayı reddediyor.”[5]. Baştan sona asparagas bir haber değilse de içeriğindeki küçümseyici bakışı ve sürekli bir kalıbın içine koyulması dönemin ataerkil bakış açısını da görmek mümkün. Yine kendisi hakkında çıkan bir haberi okuyalım; “Onun konumundaki bir insanın kamuya açık bir sahnede görünmesi, ülkesinin geleneklerine katı şekilde ters düşüyor ancak Avrupa’da meşhur oldu”[6].   
 
Leyla dansıyla dünyayı dolaşırken bizim Leyla’dan habersiz oluşumuz bizi resmi –Kemalizm- ideolojinin çarkına götürüyor. Çiçeği burnunda Cumhuriyet’in asimilasyon ve iskân politikasının başlangıcıdır aynı zamanda. Türk basının resmi ideolojinin hizmetinde olduğu ayan beyan ortadayken Kürt Leyla’nın başarısını yazacak cesaret olmadıklarını 99 yıldır tecrübe ediyoruz. Avrupa’daki gazetelerin ilgisi ve Kürt olarak ön plana çıkması şüphesiz ki Türk basının ve onun patronları tarafından görmemezlikten gelinmesini düşman politikalarına rahatlıkla yorabiliriz. Merkeziyetçi ve merkeze sözde muhaliflik yapan orta yolcu “sol” cenah gazeteciliği ne tarafsızdır ve özgürdür. Türk basını Leyla Bedirxan’ı gri alanda bırakması/görmemesi üzerinden bugünümüzün basın hallerini okuduğumuzda bir tık bile ileri gitmediğinin en net görüntüsüdür. Çok değil ilki birkaç ay önce diğeri de birkaç hafta öncesine dayanan sindirme ve gözdağı operasyonun hedefinde olan Kürt medyasındaki gazetecilere yönelik faşizan tutumdan sonra gelen sessizlik, bilinçli körlük arasında güçlü bağların deşifresi edilmesi açısından muazzam bir örnektir. Sağcı ve iktidarcı medyanın gösterdiği iğrenç tavrı yeminli Kürt düşmanlığı üzerinden anlamalı ve Kürt Basın emekçilerine destek çıkılmalı. Leyla’dan Kürt basınına kadar yani dün ve bugünün köprüsü altında çok sular akmasına rağmen iki uç arasındaki mesafe hep aynı kaldı. Deyim yerindeyse aynı tas aynı hamam. Apê Musa’nın Küçük Generalleri halkın özgür haber alma hakkının teminatıdır. Ve bu uğurda dünyada eşi benzeri olmayan saldırılar altında halka haber ulaştırmaya her dem devam etmiştir. Özgür basın emekçileri Kürdistan’ın ve Türkiye toplumunun yüz akıdır. Kürt Basın emekçileri sermayenin, patronların ve odakların gazetecisi değildir: yoksul halkın, sesini duyuramayanların sesidir… Bir daha tekrarlamakta fayda var: Nasıl ki Leyla Berdirxan’a engel olmadılar ve sanatıyla tarihe not düştü, Özgür Basına da engel olamayacaklar ve susturamazlar!              
                
Leyla Safiye’nin son kitabı “Dansın Kürt Prensesi Leila Bederkhan”[7] isimli otobiyografik kitabı çok geniş bir kapsamla ele alınmış ve başvurulması gereken önemli bir kaynak. Yazar kitapta üç Leyla’nın izini sürerek hayatın içinden ve o dönemde cereyan eden hadiseleri büyük bir sabırla, objektif bir tutumla aktararak; uzun ve meşakkatli bir yola çıkarıyor okuru. Baştan belirtmekte fayda var, titizlikle üzerinde çalışılmış eserde ilk göze çarpan: Leyla Bedirxan’ın sahneye çıktığı, yaşadığı ve gezdiği mekânların yazar tarafından ruhunun yakalayamadığı ve üstünde yeteri kadar durmadığı gerçeğini de görüyoruz. Şüphesiz ki her eserin özellikle de biyografik çalışmaların hep eksik bir tarafı vardır. Kitaptaki mekân gezintileri sığ ve kulak ardı edildiği izlenimi kaçınılmaz olarak sürekli kendini meşgul ettiriyor. Ve okura da şu soruyu sorduruyor. Yazar, Leyla Bedirxan’ın otobiyografisini masa başında mı kalem aldı? Yoksa Leyla’nın iz bıraktığı mekânların/sahnelerin peşinden akıp gitti mi? Madem herkese göre bir cevap vardır bu dünyada, bizde sorduğumuz sorunun cevabını kitabı okuyanlarına bırakalım. Yazar, Kürt tarihinde önemli bir yere sahip olan Bedirxan ailesinden gelen ve ilk Kürt kadın modern dans sanatçısı olan Leyla Bedirxan’ın yazdığı üçüncü kitabı. İlk iki kitap dar bir çerçevede ele alınmış. Kitap hem başkaldıran kadının mutlu gururun hissettiriyor hem de zor zamanlardan geçen bir kadın ve sanatçının yarattığı öfkenin okura direk aktarmasını da yazarın içtenliğini göstermesi bakımından önemlidir. Kendini var etmeye çalışan "sürgün" bir prensesin, Leyla Bedirxan’ın çarpıcı hayat hikayesi ve dans serüveninin yanında okur 20. yüzyılda bir geziye de çıkarıyor. Arka planında sanatın, savaşın, sürgün ve dansın yer aldığı atmosferde yürüyoruz, seyre dalıyoruz ve çoğu kez yumruğumuzu sıkarak okuyoruz Leyla’mızı... Yazar Leyla Safiye çok uzun yıllar kuyumcu işçiliğiyle yirminci yüzyıl basınını tarayarak, arşivleri açarak, fotoğrafların peşine düşerek önümüze kült bir otobiyografik çalışma bıraktığı için şükranlarımı iletiyorum. 
 
İlk kitap 2004'te  "Leyla Bir Kürt Prensesinin Öyküsü" yayımlandı. Kitap aslında birbiriyle bağlantılı üç kadının, ‘Leylalar’ın hikâyesini okura ulaştırdığını yukarıda belirtmiştik. Leyla Safiye araştırmalarını daha da ilerleterek ve İngilizce olarak kaleme aldığı "Searching for Leïla the Kurdish Princess of Dance" yayımlandı. Leyla Bedirxan'a ilişkin bilgiler birkaç gazete kupüründen ibaretken, son çalışmasıyla Leyla Bedirxan’a ilişkin daha fazlasını okuyoruz. Son olarak Leyla Berdirxan’ın sözleriyle okuru selamlayalım; “Ben dans ettiğimde kendimi izlemiyorum, sahneyi bir bütün olarak izliyorum. Çerçeve, tuval ve ben… Işığım, rengim, çizgiyim; bu benim için, müziği yorumlarken bir tasarı yaratmak. Dans ederken bir şekilde etrafımda bütün bir sahne kurduğumu hissediyorum ve harem dansında sadece bir odada değil bir sarayın tamamında dans ediyorum. Dünyadan uzak güzellik ve gizem arasında bir hayatı yansıttığım bir resim çiziyorum ve aşk bedenimi, ayaklarımı hareket ettirip kalbimde şarkı söylüyor.” Leyla’nın kökeni, beslendiği gelenek ve dış görünüşü Batı’da adını duyurabilmesi için ona avantaj sağladı ancak bu avantaj, beraberinde oryantalist bakışı da getirmiştir. Kadınlara değil erkeklere hitap eden bir figür olarak sunulan Leyla, isminden önce dansıyla bilinmek istese de prenses unvanı hayatı boyunca adından önce gelmiştir. Doğu ile Batı arasındaki somuttan ziyade soyut uzaklığın kendisi de farkındadır ancak bu uzaklığı yine sanatı üzerinden şekillendirmeyi ve mesafeleri dansla yok etmeyi amaçlamıştır. Bu bağlamdaki son sözleri yine Leyla’ya bırakmak en doğrusu; “Kalbim; Doğulu bir çocuğun, pek çok Batılının soluk hayatına bu kadar çok renk getirmesi ihtimali ile pır pır atıyor.”[8].   
 
*Yazar
                             
[1]Leyla Leyla bahardır
     Gönlüm inim inim inler
     Leyla leyla akşamdır
     Seni beklerim gel artık
[2]The Daily Mail Gazetesi, 30 Ekim 1928    
[3]The Daily Mail Gazetesi, 30 Ekim 1928
[4] The Daily Mail Gazetesi, 30 Ekim 1928 
[5] https://justpaste.it/44qbk 
[6] Chicago Daily Tribune Gazetesi, 25 Mart 1931 
[7]Avesta Yayınları/Safiye Leyla
[8]Avesta Yayınları/Safiye Leyla/Leyla:Bir Kürt Prensesinin Öyküsü