HABER MERKEZİ - Kürt Aleviliğinin uzun süre görmezden gelindiğini ifade eden Rus akademisyen Daria Zhigulskaya, bu durumun 1980’li yıllarda Kürt hareketiyle birlikte değiştiğini belirtti.
Türk ulus-devletinin yüzleşmekle yükümlü olduğu ama ısrarla ötelediği temel sorunlar her geçen gün bir “kar topu” gibi büyüyor. Kürt sorunu, Ermeni Soykırımı, Alevi sorunu bu sorunların başında geliyor. Ulus-devletin 100 yılda başvurduğu tek yöntem “endoktrinasyon” oldu. Bu politika adeta bir “konglomerasyon” yarattı. Bu toprakların “çok renkli” olduğu gerçeği görmezden gelindi. Bu renklerden biri de hiç şüphesiz Alevilerdir. Hegemonya tarafından mülhit, facir, fasık, münkir, mürted gibi birçok sıfata “layık” görüldüler. Katliamlara uğradılar. Lakin eşit yurttaşlık mücadelesinden hiçbir zaman geri adım atmadılar. Şimdilerde yeni bir paradigmanın inşa edilmesini ve demokratik bir sistemin tesis edilmesini bekliyorlar. Aleviliğin tarihi, pratikleri ve teolojik yapısı hiç şüphesiz yurtdışından birçok araştırmacının da ilgisini çekiyor. Bu araştırmacılardan Doç. Dr. Daria Zhigulskaya, Rusya’da Moskova Devlet Üniversitesi Asya ve Afrika Ülkeleri Enstitüsü’nde bilimsel çalışma yürütüyor. “Türkiye Alevileri (Alevity Turtsii)” adlı bir de kitap yazdı. Alevilik üzerine Zhigulskaya’nın görüşlerini aldık.
Öncelikle Alevilik ve Kızılbaşlık kavramlarıyla ilgili görüşünüzü merak ediyorum. Bu kavramlar “etimolojik” olarak nasıl yorumlanabilir?
Kızılbaşlar iki imparatorluğun siyasi çıkarlarına kurban gitmişlerdi. Hem Osmanlı Sünnileri hem de ittifak halinde oldukları Safevi Şiileri tarafından marjinalize edilmişlerdi.
Alevilik kavramı oldukça yeni bir tabirdir. Özellikle 20’nci yüzyılda Kızılbaşlık sözcüğüyle (küçümseyici bir tonlaması vardı) yer değiştirdikten sonra yaygınlık kazanmaya başladı. Kızılbaş terimi Safevi hanedanlığıyla yakından bir bağa sahiptir. Bu hanedanlık, Aleviliğin tekâmülünde belirleyici bir faktör olarak görülmelidir. 15’inci yüzyılda İran’ın batısında kalan ve Anadolu’da yaşayan Türkmen (Oğuz) boyları ve bazı gezgin mistik Sufi gruplar (özellikle Vefai dervişleri) Safevilerin destek üssünü oluşturmaktaydı. İtibarı zedelenen Şah Cüneyt (1429-1460) bahsedilen boylar ve gruplar arasında Şii düşüncesini yaymaya başladı. Onun ölümünden sonra henüz 1 yaşında olan oğlu Haydar (1459-1488), müritleri tarafından Allah’ın yeryüzünde cisimleşmiş bir sureti olarak kutsandı. Şah Haydar’ın militan müritleri, başlarına taktıkları 12 dilimli kırmızı başlıklardan ötürü “Kızılbaş” olarak adlandırılıyordu. Bu başlıklar, 12 imamı sembolize etmekteydi. Haydar’ın 1487 yılında dünyaya gelen oğlu İsmail ise bir süre sonra İran’ın en güçlü şahı haline geldi ve Safevi hanedanlığını kurdu.
Safeviler İran’da gücü ele geçirdikten sonra Kızılbaşlıktan uzaklaştılar ve Onikiciliği (İsnâaşeriyye) benimsediler. Kızılbaşlar, askeri bir elit olarak 1514 tarihli Çaldıran Savaşı’nda Safevilerin safında yer almışlardı. Bu savaştan sonra ise lağvedildiler. Şah Abbas (1587-1629) döneminde Kızılbaş hareketi Onikicilik içinde tamamen eritildi. Çok ilginçtir, Kızılbaşlar iki imparatorluğun siyasi çıkarlarına kurban gitmişlerdi. Hem Osmanlı Sünnileri hem de ittifak halinde oldukları Safevi Şiileri tarafından marjinalize edilmişlerdi.
20’nci yüzyılda Kızılbaşları Alevi olarak yeniden tanımlayan milliyetçi anlatı, yalnızca şüpheli grupları Jön Türk milliyetine entegre etmekle kalmamış aynı zamanda bu grupların İslami mahiyetini onaylamış oluyordu. İslam’ı deneyimlemiş bu gruplar aslında heterodoks olarak görülüyordu. Hâsıl-ı kelam Kızılbaş grupların Alevi olarak yeniden kavramsallaştırılmasında siyasi çıkarlar oldukça etkili olmuştur.
Bu kavramların dışında bazı Osmanlı kaynaklarında “Işık Taifesi” veya “Işıkçılar” gibi tabirler de geçmektedir. Bu konuda neler söylemek istersiniz? Aleviler/Kızılbaşlar ve bu dinsel gruplar arasında bir bağ var mıdır? Yoksa bu gruplar İslam dışı mıdır?
Biraz önce de bahsettiğim gibi Kızılbaşlık ve Alevilik aynı fenomenlerdir. Alevilik, 20’nci yüzyılın sosyopolitik şartlarında Kızılbaşlık kavramının yerini almıştır. Kimi kaynaklarda, hem akademik camiada hem de genel yazında bazı siyasi koşulların etkisiyle Aleviler, Ehl-i Hak (Yaresani ve Kakai olarak da biliniyor), Êzidîlik vb. diğer senkretik dinlerle aynı kategoride kabul edilmektedir. Senkretik yapıları gereği bazı ortak noktaları olsa da bu grupları aynı kategoride görmenin sağlam temelleri olmadığını düşünüyorum.
Sorunuza bir kez daha dönmek gerekirse, Aleviler arasında son dönemde gelişen yeni bir akım var. Bu akım Aleviliğe ve onun tarihine alternatif bir bakış açısı geliştirmektedir. Işık Aleviliği veya Çınarcılık olarak adlandırılan bu akım, Erdoğan Çınar’ın fikirlerinden hareketle ortaya çıktı. Söz konusu akım 16’ncı yüzyılda bazı Osmanlı kaynaklarının bugünkü Alevilerden “Işık Taifesi” olarak bahsettiği gerçeğinden hareket ediyor. Bu görüşü savunanlara göre Işık Taifesi tabiri, Alevilerle Anadolu Luvileri arasındaki bağın ispatıdır. Luvi sözcüğünün ise Hitit dilinde “ışık insanları” anlamına geldiğini düşünüyorlar.
Kızılbaşların Osmanlı uleması tarafından “mülhid”, “facir” ve “fasık” gibi adlarla ötekileştirildiği ve devlet ricali tarafından marjinalize edildikleri malumdur. Kızılbaşlık sözcüğünün terminolojik olarak İslamî bir kökeni işaret ettiği düşünülse de bazı ritüellerin ve ibadet öğelerinin İslam dışı olduğu fark ediliyor. Politeist dönemle bir bağı olduğunu düşünüyor musunuz?
Osmanlı İmparatorluğu’nda Alevilerin zulme maruz kaldığı ve ayrımcılığa uğradığı su götürmez bir gerçek… Alevilik bağımsız bir hayat felsefesi veya özgün bir yaşam rotası olarak tasvir edilmektedir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Alevilerin zulme maruz kaldığı ve ayrımcılığa uğradığı su götürmez bir gerçek. Bu durum Alevileri büyük kentlerden uzak kırsal alanda gizemli bir yaşam tarzı benimsemeye ve Sünni çoğunlukla arasındaki münasebetleri minimize etmeye zorladı. Bir de Alevilerin büyük çoğunluğunun Sünnilerle eşit haklara sahip olmak ve tacize son vermek umuduyla laik bir cumhuriyetin kuruluşuna destek verdiği biliniyor.
Aleviliğin yapısına ve temellerine gelince, akademik ve genel yazında son zamana kadar Aleviliğin İslam içi mi yoksa ondan ayrı bir din mi olduğu sorusuna ilişkin net bir cevap verilmemiştir. Genel hatlarıyla Alevilik bağımsız bir hayat felsefesi veya özgün bir yaşam rotası olarak tasvir edilmektedir.
Aleviliğin Anadolu’da tam olarak hangi yüzyılda ortaya çıktığını tespit etmek oldukça zor. Elimizdeki kaynaklar Şiilerin Küçük Asya’da Osmanlı’ya karşı verdikleri mücadelenin gerçekleştiği 16’ncı yüzyıldan önce ayrı bir Alevi zümresinin olmadığını göstermektedir. Anadolu’da birbiriyle yakın ilişki içinde olan ve birbirini etkileyen Sufi akımların çeşitliliğinden bahsetmek muhtemelen daha doğru olacaktır. Sufi tarikatı Vefâiyye ile Şamanizm, Zerdüştlük gibi İslam öncesi inanışların Anadolu’daki eklektik dinsel tabloya olan etkisinden ayrıca bahsetmek gerek.
Aleviliğin kökenlerine ilişkin araştırma yürüten 20’nci yüzyıl Türk tarih yazıcılığı, Mehmet Fuat Köprülü’nün nüfuzu altındaydı. Köprülü, Aleviliğin köklerinin Türklerin eski dini Şamanizm’de mahfuz olduğunu ileri sürmekteydi. Lakin bu teorinin ortaya çıktığı ortamı iyi bilmek gerek. Söz konusu teori, erken cumhuriyet döneminde yeni bir Türk ulusu yaratma idealiyle uyumluydu. Bu konu Markus Dressler’in “Writing Religion: The Making of Turkish Alevi Islam (Bir Din Yazımı: Türk-İslam Aleviliğinin İnşası)” adlı çalışmasında net bir şekilde analiz edilmektedir.
20’nci yüzyılda Aleviler veya Alevilikle ilgili ortaya atılan muhtelif tezlerin (İslam öncesi Türk geleneği ve kültürünün bir mirasçısı Alevilik, sınıf mücadelesinin bir ideolojisi Alevilik, bir Türk felsefesi Alevilik, laik İslam formu Alevilik, Kürtlerin Post-Zerdüşt dini Alevilik vb.) Türkiye’de dinsel, etnik, milliyetçi çıkarların ve sınıf çıkarlarının çatışma halinde olduğu bir karmaşık kimlik politikasının yansımalarıdır.
Özellikle Dersim’de (Tunceli) vuku bulan bazı inanç ritüelleri, son dönemde araştırmacıların dikkatini çekiyor. Bu bölgede yaşayanlar aslında güneşi kutsuyorlar ve Gağan’ı (Gaxand) bir yeni yıl töreni olarak kutluyorlar. Bu inanç öğelerinin İslam öncesine dayandığını veya Zerdüştlüğün izlerini taşıdığını düşünüyor musunuz?
Kürt Aleviliği kavramı uzun süre görmezden gelindi. 1980’li yıllarda Kürt hareketinin gelişmesiyle birlikte Alevi orijinli Kürt aydınları Türk ve Kürt Aleviliği arasında farklılıklar olduğunu daha gür bir sesle dile getirmeye başladı. Bu şekilde Türk merkezli Alevilik tanımı tartışmalı bir hal aldı.
Alevilik konusunda genellemeler yapmanın oldukça zor ve doğru olmadığını düşünüyorum. Alevilik sadece spesifik bir etnik ve linguistik forma indirgenemez. Sadece tek bir standart form esas alınamaz. Elbette Dersimli Kürt Alevilerle Muğla’daki Türk Alevilerin bazı gelenekleri ve ritüelleri büyük farklılık göstermektedir. Hatay’da Arapça konuşan Alevilerin gelenekleri de farklıdır.
20’nci yüzyılda Alevileri yeni Türk toplumuna entegre etme amacıyla Aleviliği kapsamlı olarak yeniden tanımlama sürecinde yanlış bir anlayış ortaya çıktı. Bölgesel bazı farklılıklar teşkil etmesine rağmen Alevilerin ayrı ve homojen bir sosyodinsel grup olduğu yönünde bir anlayış baş gösterdi. Muhtelif Alevi grupları arasındaki iç farklılıklar modernist anlatı ve homojenleştiren ulus-devlet projesi içinde yok oldu. Bu açıdan Alevilik üzerine yapılacak her çalışmanın onun geçirdiği tarihsel ve kavramsal dönüşümü, metodolojik konuların hepsini ihtiva etmesi gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye’de Alevilik konusunda yapılan akademik çalışmalarda Anadolu Aleviliğinin Orta Asya’ya dayandığı tezi uzun süre hüküm sürdü. Bu eğilim dönemin siyasi atmosferinde yaşanan birçok baskıyla açıklanabilir. Kürt Aleviliği kavramı ise uzun süre görmezden gelindi. 1980’li yıllarda Kürt hareketinin gelişmesiyle birlikte Alevi orijinli Kürt aydınları Türk ve Kürt Aleviliği arasında farklılıklar olduğunu daha gür bir sesle dile getirmeye başladı. Bu şekilde Türk merkezli Alevilik tanımı tartışmalı bir hal aldı. Aleviliğin köklerinin Şamanizm’e dayandığı iddialarına karşı çıkan Alevi Kürt aydınlar, Zerdüştlük ve Mazdekçiliğin başat etkenler olduğunu ileri sürdü.
Yüzyıllar boyu Alevi Kürtler, içinde bulundukları coğrafik izolasyonun bir sonucu olarak Osmanlı-Türk kültüründen uzak kaldılar. Kapsamlı bir genelleme yapmak gerekirse, Alevi Türklerde Türk Şamanizmi, Tengricilik, Orta Asya dinsel motifleri göze çarparken Alevi Kürtlerde Mezopotamya ve eski İrani inanışlar ön plana çıkmaktadır. Örneğin güneş ve doğa güçlerine tapma Dersim toplumunda önemli bir yer kaplamaktadır. Araştırmacı Ali Kemali’ye göre Dersimliler, sabahları güneş ışınlarının toprağa ilk düştüğü yeri kutsarlar. Dersimliler, bu ritüelin Ali’ye dayandığını söylüyorlar. Efsaneye göre Ali, göğe yükselmiş ve güneş haline dönmüştür. Bu gelenek 19’uncu yüzyılda Mardin ve Diyarbakır’daki Êzidî ritüellerine benzemektedir.
Dersim’deki bir diğer dinsel motif “yılan kültüdür”. Eskiden bölgedeki Ermeniler arasında da söz konusuydu. Yılan imgesi, birçok aşiretin ibadet merkezinde bir inanç öğesiydi. Bunun en iyi örneği Erzincan’a bağlı Kiştim köyüdür.
Bahsettiğimiz bu inanç pratiklerinin eski Mezopotamya inanışlarına dayandığını söylemek akla uygundur. Tabii burada verdiğimiz birkaç örnek Alevi Kürtlerin sahip olduğu kültlerin çeşitliliğini yansıtmakta yetersizdir. Daha detaylı ve değerli bilgiler Peter Bumke, Martin (van) Bruinessen ve Erdal Gezik’in çalışmalarında bulunabilir.
Bildiğiniz üzere Alevilerde cem ritüeli büyük bir önem arz ediyor. Bazı araştırmacılara göre cem, “miracı” sembolize ediyor. Miraç kavramı üzerinden Alevilik, İslam’a dayandırılıyor. Sizce bu tutum doğru mudur? Ceme benzer bir ritüelin Sümerler ve Zerdüştler döneminde de tatbik edildiğine ilişkin bazı görüşler var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bu soruya üç açıdan bakmak gerektiğini ifade etmek istiyorum. Üç unsurun ayrıca incelenmesi gerekir. Birincisi Alevilerdeki cem ritüelinin kökeni ve yapısı, ikincisi bu ritüelin Aleviler açısından sahip olduğu kilit işlev ve anlamı, üçüncüsü günümüzde kentleşme ve küreselleşmenin etkisi altında cemin değişen yapısı. Cem ritüelini Zerdüştlüğe ve Şamanizme dayandıran çeşitli teoriler var elbette. Lakin şu an için bu teorilerden herhangi birini mutlak şekilde doğru kabul etmek mümkün değil.
Tanrı’ya ibadet etmeyi ve ruhsal yenilenmeyi sağlayan, sosyal ve bireysel bir kontrol mekanizması olan bu ritüelin amacını kavramak oldukça önemlidir. Cem ritüeli, geçmişte dinsel öneminin yanı sıra eğitim ve halkı bilgilendirme konusunda da bir işlev görmüştü. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu döneminde cem ayini, Osmanlı mahkemelerini kullanmayan Aleviler arasında aynı zamanda bir yargı organı gibi işlemişti. Kişisel konular, aile sorunları, birey ve toplum arasındaki sürtüşmeler cem esnasında tartışılırdı.
İkrar/musahiplik cemi, görgü cemi, rızalık alma cemi, dârdan indirme cemi gibi farklı cem türleri var. Her biri, arketipinin taklidi gibidir.
20’nci yüzyılda Türkiye’nin siyasi ve sosyo-ekonomik yapısında meydana gelen değişimler sonucunda yeni ve daha kapsamlı bir Alevilik kavramının ortaya çıktığı söylenebilir. Kentlere doğru yaşanan kitlesel göçler, öncesinde daha kısıtlı bir toplumsal yapıyla ve sözlü gelenekle sınırlı olan dinin mekansal ve sosyal boyutunu dramatik şekilde değiştirdi. Yeni şartlarda, Aleviliğin kollektif ibadet geleneği olan cem de ciddi değişimlere uğradı ve Alevi hareketinin kilit aygıtı haline geldi. Geleneksel cem, sınırlı bir dede-talip topluluğundan oluşurken modern cem daha açık bir yapıya büründü. Yeni cem modeli, Alevi toplumunun bireylerine ulaşmanın yanı sıra dış dünyaya kendini tanıtmaya da çalışmaktadır.
Özcesi, bana göre Alevi çalışmalarının günümüzdeki kilit sorunu Aleviliğin köklerini tek bir spesifik geleneğe bağlamaya çalışmaktır. Bir sosyal ve dinsel fenomen olarak statik yapısının yanı sıra yaşadığı dönüşüm hesaba katılıp ele alınmalıdır. Dar bir coğrafik çerçevede değil de Aleviliği etkileyen bölgeler arası olaylar ve şartlar dikkate alınarak inceleme yapılmalıdır.
Acaba Rus arşivlerinde sıra dışı vesikalara rastlıyor musunuz? Rus araştırmacılar genelde hangi varsayımda bulunuyorlar? İslam Aleviliği konusunda ne düşünüyorlar?
Maalesef Rus araştırmacılar, Alevilik ve Aleviler hakkında az şey biliyorlar. Bu konuda çalışma yapanlar arasında bahsedilmesi gereken iki kişi var. Biri akademisyen V.A. Gordlevskiy’in yazdığı makaleler. Diğeri ise Y.A. Averyanov’un yazdığı “Hacı Bektaş Veli ve Sufi Bektaşi Tarikatı” adlı monografidir.
V.A. Gordlevskiy, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde bulunan inançlar ve kültlerle ilgili konulara ilgi göstermişti. Türkiye’deki Sufi tarikatların tarihi, Bektaşi ve Kızılbaş hareketlerin uygulamalarını konu edinen bir dizi makale yazmıştı. Aynı zamanda seyyah dervişler (kalenderler ve abdallar) ve İran Azerbaycan’ı Şiilerinin ritüellerine ilgi göstermişti.
Y.A. Averyanov ise Bektaşiliğin tarihsel, teolojik ve felsefik yönleri üzerine incelemelerde bulundu. Bir de benim Rusya Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü’nde 2014 yılında savunduğum doktora tezi, 20’nci ve 21’inci yüzyılda Alevilerin siyasi ve sosyal tarihini konu edinmektedir. Bu çerçevede “Türkiye Alevileri” adlı kitabım da yayımlandı. İncelemelerimin kapsamını daha da genişleterek bu konu üzerine çalışmaya devam etmekteyim. Ben daha çok Alevilerin modern tarihi, kendilerini kültürel ve siyasi olarak nasıl tanımladıkları, yönetici sınıfla ilişkileri ve sosyal süreçlere katılımı konularına yoğunlaşmaktayım. Aynı zamanda Alevi diasporası, tarihsel hafıza, Alevi farkındalığının yeniden ortaya çıkışı ile yakından ilgilenmekteyim. Çalışmalarımın kapsadığı tarihsel süreçten dolayı arşivlere daha az zaman ayırmak zorunda kalıyorum. Bunun yerine Aleviliğin günümüzdeki poziyonunu keşfetmek için alan çalışmalarına yoğunlaşıyorum.
Rusya’da Alevilik konusunda gözle görülür pek araştırma olmadığı için son zamana kadar akademik çevreler ve yazın dünyası Türkiyeli Alevileri hep Şii olarak kategorize etti. Günümüzde geniş ölçekli bilgiye ulaşmanın etkisiyle Aleviliğe duyulan ilgi her geçen gün artıyor. Gelecekte Alevilikle ilgili yapılacak kapsamlı bir araştırmanın Aleviliğin tarihi ve mevcut pozisyonu konusunda var olan boşluğu dolduracağını düşünüyorum.
MA / İsmet Konak