Bir fer Mekap’ın öyküsü

img
DİYARBAKIR - Tutuklu yazar Menaf Osman, bir fer Mekap ayakkabının anlatıldığı “Sol” isimli öyküsüyle, yaşamı ve hakikati sorguluyor. 
 
Öykünün asli gayelerinden biri de yaşamı ve hakikati sorguya tabi tutmak. Belge ve çıraya dönüşen bu suret en girift anlara dokunup, hakikat gibi görünmeyeni yanlış vukuların pençelerinden kurtarır, bir ruha dönüştürür. Tutuklu yazar Menaf Osman’ın (57) Aryen Yayınları’ndan çıkan “Sol” (Ayakkabı) kitabı, tam da öykünün bu yönüne işaret ediyor. 
 
İÇERİDEN DIŞARIYA DİRENİŞ
 
Ömrünün yarısından fazlasını cezaevinde geçiren Osman, diğer eserlerinde olduğu gibi “Sol”da da çağının tanığı olarak bir kez daha kalemin hükmüyle içeriden dışarıya edebiyata direnişi yüklüyor.
 
Osman, gökyüzünün dahi zorla görünür olduğu demir parmaklıklar ardında kaleme aldığı “Sol” öyküsünde, her bir karışı postallarla kirletilmiş bir coğrafyada bazen bir fer (tek) Mekap’ın nasıl bir hakikate dönüştüğünü gözler önüne seriyor. Bu hakikat bazen en amansız anlarda bile gerçeğin bilinmedik yüzünü keşfedip onu köhne olay ve örgülerin pençelerinden kurtarır, rehber olur, hakikatin taşıyıcısı, geleceğin kararlı bir yolcusu olur.
 
BİR FER MEKAP 
 
Dışarıya göre yaşama dair her şeyin tersyüz olduğu cezaevinde, kahramanımız bir şey yapamamaktan yorgun argın düşmüştür. Yatağına uzanır. Kulaklıklarını takıp frekansı SW’ye getirir. Şansı yaver gitmiş olmalı ki o esnada Feyruz’un sesi çınlar kulaklarında. İlaç gibi gelir ona bu ses. 
 
Kendine gelir. O an masada duran National Geographic dergisinin son sayısına ilişir gözleri. Dergideki fotoğraflar, onu elinden alınan o doğaya ve dağlara alıp götürür. Dere tepe, dağ taş dolaşır. 
 
National Geographic'in son sayının konusu Eruh'dur (Dihê). Fotoğraflardan biri çok dikkatini çeker. Görür görmez cız eder yüreği. 
 
Bir fer Mekap’ın fotoğrafı. Dihê dağlarında, kenarları ve köşeleri fersude (aşınmış) bir fer Mekap. Bu fotoğraf, görsel dilini daha da güçlendirir. O an sanırsın ki zindanda değil de daha önce karış karış gezdiği o dağ taş, dere tepelerde gezip dolaşmakta. 
 
Topuğu bir taşa yaslı olan Mekap ayakkabının ferinin ucu toprağa gömülü. Üzerinden çok uzun bir zaman geçmiş olmalı ki o sarımsı rengi kahvemsi bir renge bürünmüş. Öyle ki yağmurdan dolayı da daha da küçülmüş. Ama kaytanları halen bağlı. Öyle görünüyor ki sahibinin iradesi dışında  çıkartılmış bir fer Mekap.
 
Sorular yumağı sarar her bir yanını. “Bu küçücük Mekap’ın feri kimindi acaba? Mizgîn’in miydi yoksa Şîlan’ın mı?” der. Kim bilir belki de Agir’ın ya da Portatif Cuma’nın olmalı! “Zira ikisinin de ayakları küçücüktü.” Evet, olsa olsa onlardan birinin olmalı bu Mekap’ın feri. Ama kimin? Kimin de olsa fark etmez, ne de olsa hepsi onun arkadaşlarıydı. Ama yine de rahat etmez içi. Merak ne de olsa. “O kirli katil eller hangisinin ayağından çıkarmıştı bu ayakkabıyı? O boş kovanlardan çıkan onca mermi hangisinin canına kıymıştı? Hangisinin kanını akıtmışlardı bu kayanın dibine?” 
 
BOŞ KOVANLAR
 
Başlıyor ayakkabının etrafındaki boş kovanları saymaya. Koskoca on beş tane kovan! “Demek ki koca on beş kurşun sıkmışlardı Agir’ın bedenine!” “Zaten vazgeçmiyor bu huyundan düşmanımız. Yaşımıza göre, kurşun sıkar bedenimize.” 12 yaşında 13 kurşunla katledilen Kızıltepeli (Qoser) Uğur Kaymaz gelir gözlerinin önüne. “Hatırlıyorum, uzmanlarından biri yazmıştı, ‘Dua etsinler, bu da onlar için kazanılmış bir haktır. Zira eskiden adam başı bir kurşundu…” 
 
Bakışlarını o fotoğraftan alamıyor bir türlü. Kim bilir belki birkaç tane boş kovan daha vardır o fotoğraf çerçevesi etrafında! “Gözlüğümü taktım…” Otlar arasında yere çakılı bir kovana daha ilişir gözleri. Sadece arka çemberi görünüyor kovanın. “Bakırı pas tutmuştu. Ama siyahlaşmış olmasına rağmen yine de ‘MKE’ damgası belirgindi.” Düşünmeye başlıyor, şayet on altı kurşunsa…? Hımmm. “O zaman toprağı öpen o beden Şîlan’ın bedeni… Fotoğraftaki o kır çiçekleri ve bitkiler de onun kanı ile yeşermiştir. Zaten o çiçeğin iftiharı tahminimi doğruluyordu. O kurşun sahiplerine meydan okurcasına bir iftihar…” 
 
MA / Rêdûr Dîjle