Dr. Nesrin Nas: Baskı politikaları hız kazanacak 2018-09-28 09:05:55 İSTANBUL – Hükümetin Yeni Ekonomi Programı’nı gerçekçi bulmayan iktisatçı Nesrin Nas, “Asıl öncelik yerel seçimlere kadar ekonomiyi yüzdürmek. Bunun için teşvik, tehdit ve krizi görünmez kılacak baskı politikaları hız kazanacak” dedi.  Anavatan Partisi eski Genel Başkanı ve ekonomist Dr. Nesrin Nas, Merkez Bankası’nın faiz artırımına gitmesini, Yeni Ekonomik Programı (YEP) ve hükümetin belirlediği hedeflere dair Mezopotamya Ajansı'nın (MA) sorularını yanıtladı.   * Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak'ın açıkladığı Yeni Ekonomik Programı (YEP) ile başlayalım. Var olan ile açıklananı nasıl değerlendiriyorsunuz?   Orta Vadeli Programlar (OVP) her yıl öngörülebilirlik sağlamak üzere hazırlanıyor. Daha önceki 13 OVP’de olduğu gibi bu planda da istikrarın korunması, cari dengenin iyileştirilmesi, enflasyonun kontrol altına alınması, ileri teknolojiye dayalı üretim yapısının sağlanması, işgücü kalitesinin ve üretkenliğinin artırılması gibi hedefler tekrarlanmış duruyor. OVP’ler kanuna dayanıyor. 5018 sayılı Kanunun 16’ncı maddesi uyarınca, Bakanlar Kurulu’nun en geç Eylül ayının ilk haftası sonuna kadar temel ekonomik büyüklükleri ilan etmesi gerekiyor. Hem tarihinin geç olması hem de kanunun ihlal edilerek adının YEP olarak değiştirilmesi hukuk devleti bir yana, yasaların dahi artık hiçbir hükmünün kalmadığının göstergesidir. Bu nedenle güveni artırmaktan hayli uzaktır.   20 Eylül’de açıklanan YEP’te beklenti, Türkiye ekonomisindeki sert iniş çıkışların ve resesyonu birkaç çeyrek sonra yerini toparlanmaya bırakması olarak özetlenebilir. Bu çok gerçekçi bir okuma değil. YEP ile iktidar, ilk olarak ekonomik krizin varlığını kabul etmişse de, krizin boyutu küçümsüyor ve birkaç çeyreklik bir daralmayla sınırlı olacağını söylüyor. Oysa tüm rakamlar stagflasyon tehlikesini barındıran bu durgunluğun en az 4-5 yıl süreceğine işaret ediyor.   YEP, global piyasalardaki gelişmeleri, ucuz ve bol kaynak kalmamış olmasını ve yeni bir global krizin öncü seslerini hiç dikkate almamış. Ancak bunu zaten beklemiyorduk   Program, global piyasalardaki gelişmeleri, ucuz ve bol kaynak kalmamış olmasını ve yeni bir global krizin öncü seslerini hiç dikkate almamış. Ancak bunu zaten beklemiyorduk. Çünkü asıl öncelik yerel seçimlere kadar ekonomiyi yüzdürmek. Bunun için teşvik, tehdit ve krizi görünmez kılacak baskı politikaları hız kazanacak. Bu nedenle 2019 ortalarında hepimizin çok daha ağır bir tabloya uyanma ihtimali yüksek. Kaldı ki son yıllarda sadece rejim değişikliğine ve dar bir kadronun istikbaline odaklandıkları için uzunca bir süredir uzun vadeli sürdürülebilir bir büyüme zaten iktidarın gündeminde değildi. Bunda da, bunu açıkça görüyoruz.     YEP’te yer alan hedefler ne kadar tutarlı?   Hedeflerin tutarlı olması bir yana gerçekçi olduğunu söylemek zor. Sadece işsizlik hedefinde gerçekçi olmaya çalışılmış. Ancak bunda bile iyimserlik hakim. Krizden en çok etkilenen kesim inşaat ve perakende sektörüdür. İkisi de emek yoğun sektördür. Bu iki sektördeki daralma çarpıcıdır. Arka arkaya iflas ve konkordato ilan edilmesi zaten durumun vahametini gösteriyor. Bu nedenle gerçekçi gibi görünen işsizliğin yüzde 12,1’den çok daha yüksek olması kaçınılmazdır. 27 Eylül 2017’de açıklanan bir önceki OVP’de 2018’deki büyüme hızı yüzde 5,5 ve enflasyon yüzde 7 olarak öngörülüyordu. Bu hedefler gerçekleştirilemedi. Halihazırda üretici enflasyonu yüzde 32 civarındayken yani sepette birikmiş enflasyon varken, enflasyon tahminlerinin tutacağını söylemek mümkün değil.   Hedeflerin tutturulması için dahi küresel konjonktürün ılımlılaşması, Türkiye’ye sermaye girişlerinde bir artış gerekli. Cari fiyatlarla GSYH rakamlarından anlaşıldığı üzere zımnen, 2019 için ortalama Dolar/TL kurunun 5.6, 2020 için ise 6 olarak alınması bu bağlamda başka bir gösterge ve krizin boyutlarının tam olarak kavranmadığına işaret ediyor. Bu hedefin gerçekleşmesi için önümüzdeki 3 ay dolar kurunun ortalama 5.8’lerde olması gerekiyor. Şu anda 6 TL’nin altına ineceği yolunda hiçbir işaret yok oysa. Yine YEP ile 60 milyar TL tasarruf sağlayacağı belirtiliyor. Kanal İstanbul gibi projelerin devamında ısrarlı olunacağı açıklanmışken, yerel seçimler gündemdeyken ve doğrudan ve dolaylı vergi gelirlerinin tabanı kriz nedeniyle daralırken bunun nasıl sağlanacağı sorusu ortada. Bir de cari açığın kısa sürede nasıl daralacağının da cevabı yok. Yerli üretimle ikame gibi uzun vadeli bir dönüşümün kısa vadede hangi muazzam teknolojik atılım sayesinde gerçekleştirileceğinin de cevabı olmayan bir başka soru.   Büyük beklentinin yaratılması ve açıklamanın ardından ilgi görmemesi de bundan mı?    YEP gibi belgeler niyet belgeleridir. Ama bu niyet belgelerini hazırlarken de içinde bulunulan durumun her yönüyle kavrandığının kanıtlanması gerekir. Birbirini desteklemeyen hedefleri alt alta yazar ve vade faktörünü dikkate almadan yerli ve milli sanayi kurarak cari açığı düşüreceğiz derseniz, ekonomiyi bilenler ve piyasalar sizi ciddiye almaz.   Ayrıca bu yaşanan krizin ve kaosun rejim krizi olduğunu yadsıyan ve sorunu salt piyasalardaki geçici bir daralma olarak açıklamaya kalkan bir yönetimin güven vermesi mümkün değildir   Ayrıca bu yaşanan krizin ve kaosun rejim krizi olduğunu yadsıyan ve sorunu salt piyasalardaki geçici bir daralma olarak açıklamaya kalkan bir yönetimin güven vermesi mümkün değildir. YEP’te ne yazarsa yazsın, nihai kararların tek kişi tarafından alınacağı herkesin malumudur. O tek kişi, finansman maliyetleri yüzde 45’lere giderken polisiye önlemlerle fiyat artışlarının durdurulacağını düşünüyorsa, TL’deki aşırı değer kaybını geçici olarak görüyorsa ve yerli yabancı yatırımcıyı kurumsal güvenceler (hukukun üstünlüğü) yerine siyasi güvenceler vererek (garantisi benim, sorunu olan bana gelsin diyerek) yatırıma ikna edeceğini düşünüyorsa yatırımcı da, tüketici de güven duymaz. Uzun uzun güven endekslerine bakmaya gerek yok. Bugün Türkiye’deki mevduatların neredeyse yüzde 50’si döviz cinsinden tutuluyor. Hane halkı, dolar kuru 6.20’lerde seyrederken dahi dolar almış. Bu, tek başına güvenin hiç kalmadığını ve kurun daha da yükseleceğinin beklendiğini gösteriyor.    Kaldı ki, bugün en acil sorun reel sektördeki aşırı borçluluktur. Sadece kur nedeniyle bu borçların TL karşılıkları yaklaşık 600 milyar TL artmıştır. Bu reel sektörün altından kalkamayacağı bir yüktür. YEP’te bankalar ile ilgili stres testinden bahsedilirken, reel sektör borçlarının iflasları önleyecek ve rekabet gücü olanları yeniden yüzdürecek hangi önlemlerle çözüleceğine dair hiçbir şey söylenmemektedir. Bu da sermayenin el değiştirmesinin bu yolla hızlandırılacağı gibi söylentilerin yayılmasına ve güvenin daha da erozyona uğramasına neden olmaktadır. Zaten yandaş gazetelerde de bu açık açık yazılmaktadır. Böyle bir durum herkesi nakitte kalmaya ve nakittini sistem dışında tutmaya itmektedir. Bu tam anlamıyla ‘kendini gerçekleştiren kehanet’tir. Ekonomide kötü beklenti işlerin hızla kötüleşmesine yol açar. Gerçekçi ve samimi olmayan programlar, her gün değiştirilen kararlar, tehditkar açıklamalar beklentileri kötüleştirmekte, kötüleşen beklentiler de ekonomik göstergeleri daha da bozmaktadır.     YEP’e göre Suriye riski, FED faiz artışı, özellikle de ‘ABD yönetiminin Türkiye ekonomisini ve Türk Lirası’nı doğrudan hedef alması’ sermaye akışlarını yavaşlattı, risk primini yükseltti, bu da faiz ve dövizi hızla tırmandırdı. Bu kısmını nasıl değerlendiriyorsunuz?    Türkiye’nin seçtiği inşaat ve ranta dayalı büyüme modeli ve bunu borçlanmayla finanse etmesi ekonomik krizin asıl sebebidir. Ancak yaşadığımız kriz sadece bir ekonomik kriz değildir. Bu daha çok bir rejim krizidir   Krizin derinleşmesinde tüm bu saydıklarınızın katkısı var. Bu inkar edilemez. Ancak bunlar krizi başlatan değil, krizden çıkışı zorlaştıran faktörlerdir. Türkiye’nin seçtiği inşaat ve ranta dayalı büyüme modeli ve bunu borçlanmayla finanse etmesi ekonomik krizin asıl sebebidir. Ancak yaşadığımız kriz sadece bir ekonomik kriz değildir. Bu daha çok bir rejim krizidir. Bu nedenle bizim krizimiz Arjantin’den ayrışmaktadır. Hukuk devleti ve demokrasinin çökertilmesi, hesap vermeyen ve şeffaf olmayan bir siyasi idarenin ülkenin risk primini ‘iflas’ noktasına kadar ittirmesi bu krizi ekonomik olmaktan çıkarmıştır. Ülke ağır borç yükü altındayken hala inşaat ve savunma giderlerini artıran her adım, Türkiye’nin bu krizin nedenini anlamadığı bunun için de çözemeyeceği algısını pekiştirmektedir. Sonuç olarak ekonomik ve siyasi göstergeler bozuk olduğu için, kurlar hızla yükselmiş ve bu kur krizi çok hızlı bir şekilde reel sektöre ve hane halkına sirayet etmiştir.   Türkiye’nin asıl sorunu gücün merkezileşmesidir. Burada sorun yemekle birlikte iştahın daha da artmasıdır. Ne kadar çok yerseniz mideniz o kadar genişler ve daha fazla yemek istersiniz. Bizdeki ‘güç’ tutkusu da böyledir. Ve gücün merkezileşmesi arttıkça hesap verebilirliği de azalmıştır. Ve kişiselleşmiş yönetimin sonucunda sağlıklı kamu politikasının ve ekonomik dinamizmin uzun vadede asıl temeli olan kurumlar –yani bağımsız ve profesyonel yargı, özgür basın, siyaset dışı ve nitelikli kamu görevlileri ile güvenlik kuvvetleri- bozulmuştur. Bu bozulma ekonomideki bozulmayı daha da hızlandırmış, neredeyse son iki ayda çöküşün eşiğine getirmiştir.     Dövizdeki yükseliş ne kadar daha devam edecek?   Merkez Bankası ağır yaralıdır. Çaresizce yüksek bir faiz artışı yapmıştır. Ama tekrar yapabileceği ve araçlarını bağımsız bir biçimde kullanabileceği konusunda güven hala oluşmamıştır. Çünkü Erdoğan, ‘sabrımın bir sonu var’ sözüyle, tüm piyasalara kontrol bende demiştir. Kaldı ki, net döviz rezervi, kısa vadeli borçların bir hayli altındadır. Bu da Merkez Bankası’nın yeterli kurşunu olmadığı demektir.   Faizler konusunda eli kolunun bağlılığı, yetersiz döviz rezervleri kuru oldukça oynak hale getirmektedir. Kurun seviyesi kadar aşırı oynaklığı da sorundur. Bu oynaklık ithalat ve ihracatta fiyat verilmesini zorlaştırmakta sonuçta piyasa bu belirsizliği fiyatlara yüzde 100 zam yaparak aşmaya çalışmaktadır. Bu da enflasyonu daha da artırarak fakirleşmeyi derinleştirmektedir. Türkiye, ekonomik kırılganlığını azaltmak için öngörülebilir bir hukuk devleti aksına geçmek zorundadır. Bunu yapmadan ve dış dünya ile olan ilişkilerini yeniden barışçı bir düzleme taşımadan kurların yukarı hareketini durduramaz. Kişiye bağlı rejimlerde hataların düzeltilmesi giderek zorlaşır, zira tepeye ulaşan bilgi giderek tepedekinin duymak istedikleriyle sınırlı olur. Bu da hataları düzelmekten çok arttıran bir kısır döngü yaratır. Türkiye’nin yaşadığı ve Merkez Bankası’nın güvenilirliğini yok eden bu yapı değişmedikçe, alınan hiçbir önlem dikiş tutmaz.   Bugünkü krizi, 1994, 2000/2001 ve 2008/2009 krizleriyle karşılaştırdığınızda nasıl bir tablo ile karşı karşıyayız?   Bu bir rejim krizidir ve derinleşerek devam ediyor. Ve ne yazık ki, daha önceki krizlerde olduğu gibi hızlı bir çıkış söz konusu olmayacak. Uzun sürecek bir daralma ve fakirleşme yaşayacağız. Üstelik ülkenin tüm üretici insan kaynağının ve Varlık Fonu gibi modellerle, 95 yıllık birikiminin kaybedilmesi tehlikesi mevcut.   Son dönemde içerisinde Hotiç, Yeşil Kundura ve Eminiş Ambalaj'ın da olduğu çok sayıda şirket konkordato ilanına gitti. Konkordato ilanı hangi koşullarda yapılır? Bir ülkenin ekonomisi için ne ifade ediyor?   Konkordato ilanı, aslında şirketlerin borçlarının yeniden yapılandırması talebidir. Öngörülmeyen krizler nedeniyle, işletme sermayesini tüketen ve borçlarını ödeme güçlüğüne düşen firmalar, bu borçlarını daha uzun vadeye yayarak ve şirketlerini yeniden yapılandırarak tekrar sağlıklı bir bünyeye kavuşacakları varsayımıyla bu yola başvurur. Ancak bunun uluorta ilan edilmesi zincirleme iflaslara yol açabilir ya da bankaların bilançolarında sıkıntı yaratabilir. Bu nedenle konkordato ilanı ciddi incelemeler sonrasında verilmesi gereken bir karardır. Bunun böyle olduğuna dair pek bir işaret yok ne yazık ki.   Bizde şirketlerin önemli bir bölümü işletme sermayesi için kredi kullanır. Asıl sorun budur. Bu şirketi en ufacık bir sarsıntıya karşı ayakta duramaz hale getirir. Şayet konkordatoya başvuran firmalar işletme sermayesi için kredi kullanan firmalar ise, bu durumda hiçbir yeniden yapılandırma ve önlem işe yaramaz. Bu hususa dikkat etmek lazım. Çünkü kıt kaynakların batık şirketlere tahsis edilmesi bir ekonominin başına gelecek en büyük felakettir.   Türkiye’nin boğuştuğu sorunlar tesadüfi ya da rastlantısal değil. Aksine, kişiselleşmiş devlet sistemleri şu an yaşamakta olduğumuz türden hastalıkları üretmeye meyyaldir   Yeni rejim ısrarı ve sermaye birikiminin bu süreçteki payı nedir?    Türkiye’nin sorunları gelişmekte olan ülkeler çapındaki sistemik bir zayıflığın göstergesi olmaktan ziyade Türkiye’nin özel koşullarının sonucu. Türkiye’nin boğuştuğu sorunlar tesadüfi ya da rastlantısal değil. Aksine, kişiselleşmiş devlet sistemleri şu an yaşamakta olduğumuz türden hastalıkları üretmeye meyyaldir.   Kapsayıcı demokratik kurumlar yerine her şeyin kişilere bağlandığı bir rejimin bizi nerelere götüreceğinin tüm sonuçlarını yaşıyoruz. Erdoğan’ın gücü arttıkça karar verme tarzının daha pervasız hale geldi. Seçtiği ve ısrar ettiği birikim modelinin tıkanacağı uyarılarını kulak arkası etti. Kitleleri ikna ederek ekonominin realitelerini dahi yeneceğini düşündü. Dış politikayı iç politikanın uzantısı olarak kullanırken bunun Türkiye’nin geleceğine vereceği hasarı küçümsedi. İşler kötüye gittikçe, yeterince güçlü olmadığı için böyle oluyor düşüncesi giderek hakim düşüncesi oldu. Bu nedenle tüm gücü eline alarak hızlı kararlarla kötüye gidişi önleyebileceğine inandı ve etrafındaki yandaşların da katkısıyla gerçeklik algısı kayboldu. Faiz sebep ısrarında sadece kendisi değil, etrafına topladığı ve gücü arttıkça zenginliği artan yandaşları da aynı ölçüde sorumludur. Vance Serchuk bir yazısında şöyle söylüyor: “Tek adamlar kendilerini uluslarının vazgeçilmez kurtarıcısı olarak tahayyül ederler. Genellikle bu doğru değildir, saatli bomba oldukları ortaya çıkar ve geleceklerini kendilerine bağlama hatasını yapanların suratında patlarlar.” Ne yazık ki, tarih bunun böyle olduğunun kanıtlarıyla dolu.   MA / Yasin Kobulan