Doç. Dr. Yılmaz: Siyasetin normalleşmesi Kürt sorununun çözümünden geçiyor

img
İZMİR - Türkiye'de siyasetin normalleşmesinin Kürt sorununun çözümünden geçtiğine dikkati çeken Doç. Dr. Zafer Yılmaz, "Bu topraklarda özgür ve bağımsız bir yurttaşlık hayal etmek istiyorsak, bu sorunun çözümü bu hayalin merkezinde olmak zorunda" dedi. 
 
AKP iktidarı, 7 Haziran 2015 seçimlerinde ilk kez yenilgiye uğraması ile birlikte MHP ile kurduğu milliyetçi-şoven ittifakını, 15 Temmuz 2016 darbe sürecinin ardından çıkardığı Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile perçinledi. MHP ile birlikte kimlik ve inançlara savaş açan iktidar, tekçiliğe dayalı iktidarını kuvvetlendiren bir diğer adımı da 2017 yılında yapılan Anayasa değişikliği referandumu ile attı. Yeni kurulan başkanlık rejimi ile tüm yetkileri tek elde toplayan Erdoğan, son olarak ise 22 Mayıs'ta kendi imzası ile yayınladığı kararla "Seferberlik ve Savaş İlanı" yetkisini de kendisine verdi. İçeride muhalif siyasetçi, gazetecilere baskıyı sürdüren AKP-MHP iktidarı dışarıda ise Doğu ve Kuzey Suriye ile Federe Kürdistan bölgesine saldırılarına devam ediyor. Son yetki ile birlikte Erdoğan'ın yetkisinin sınırı kalmamış oldu. 
 
Siyaset bilimci Doç. Dr. Zafer Yılmaz, Erdoğan'ın kendisine verdiği savaş yetkisi, otoriterlik eğilimi bağlamında bunların olası sonuçlarıyla birlikte ülkenin siyasi atmosferi, kangren hale gelen sorunları ve çözümüne dair Mezopotamya Ajansı'na (MA) konuştu. 
 
Yakıcı gündemlerden geçtiğimiz bu dönemde neredeyse her gün ülkeye dair alınan yeni kararlarla uyanıyoruz.  Ülkenin geleceğini belirleyen kararlardan biri de  "Seferberlik ve Savaş Hali İlanı"  yetkisinin Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kendinde toplaması oldu. Çoklu krizlerin yaşandığı, toplumsal alanın tamamen baskı altına alınmaya çalışıldığı ve savaş politikalarının hayata geçirildiği bu süreçte bu kararı nasıl okumak gerekiyor, bu karar neye hazırlık?
 
Türkiye sadece yeni bir siyasal rejime geçiş sürecini değil, aynı zamanda devlet-yurttaş ilişkilerinin dönüşümünü de içeren uzun bir ara dönemden geçiyor. Bu ara dönemin karakterini belirleyen en temel unsur, yürütmenin mutlak otoritesi etrafında örgütlenmiş olan başkanlık rejimini konsolide etmek. 31 Mart seçimleri başkanlık rejiminin konsolidasyonunun ciddi bir kriz içerisinde olduğunu ve yürütmenin imtiyazlarla donatılmış olan iktidarını güçlendirmenin bu süreci kontrol etmek için artık yeterli olmadığını gösterdi. Bu yetersizliğin bir ölçüde farkında olan yeni rejim, şimdiye kadar kendi krizini genelde muhalefetin, toplumun, yurttaşların ve demokratik güçlerin bir krizi haline getirerek iş görüyordu. Bu yolla Erdoğan ve müttefikleri, rejimin konsolidasyon krizini çözemese de yeni stratejileri geliştirmek ve yürürlüğe koymak için zaman kazanıyordu. İşte bunun kolayca başarılamadığı durumlar için de başkanlık sistemini devlet zorunun ve gücünün seferber edilmesini yürütmede toplayarak zırhlandıran uygulamalara gidiliyor. Son gelişmeyi de bu bağlamda değerlendirmek lazım. 
 
Seferberlik yetkisinin Cumhurbaşkanı’na devri, hali hazırda örtük olarak kurucu güçle donatılmış olan başkana, istisna halinin oluşması durumunda tek başına hem devleti hem de toplumu seferber etme otorite ve kapasitesinin kazandırılmasını sağlıyor. Dolayısıyla gerisinde özel ve belirli bir ana hazırlıktan çok -ki bunun olması da olası- bu yapılan, olağan ile olağanüstü hâl arasındaki ayrımları belirsizleştirerek iş gören yeni rejimin, istisna durumunda tüm seferberlik kapasitesini başkanın sahsında toplama ve harekete geçirme siyasetinin bir uzantısı.   
 
Savaş ilanını iktidar yöneticileri hangi durumlarda üzerine alır? Neyi amaçlarlar? Hedef nedir? 
 
 
Liderler, kendi iktidarlarının devamlılığını sağlamanın yanında, meşruiyet krizi geçiren sistemleri ayakta tutmak, siyasal muhalefeti pasifize etmek ve emperyal arzularını hayata geçirmek için de savaş ilanını üstlenirler. 
 
Yukarıda ki açıklamadan devam edersek, anayasaya göre savaş ilanı kabaca ancak bir tür istisna halinin oluşması durumunda yöneticilere geçer demek mümkün. 1982 Anayasası’nın 92'nci Maddesi'ne göre, savaş ilanı hali hazırda TBMM’nin yetkisinde. Fakat aynı maddenin ikinci fıkrasına göre, “Türkiye Büyük Millet Meclisi tatilde veya ara vermede iken ülkenin ani bir silahlı saldırıya uğraması ve bu sebeple silahlı kuvvet kullanılmasına derhal karar verilmesinin kaçınılmaz olması halinde Cumhurbaşkanı da Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kullanılmasına karar verebilir." Dolayısıyla, ancak meşru müdafaa koşullarının oluşması gibi çok özel istisnai durumlarda savaş ilanının doğrudan Cumhurbaşkanı’na geçmesi söz konusu.    
 
Savaş ilanı, modern ulus devletlerin ortaya çıkışı ve uluslararası hukuka dayalı bir düzenin kuruluşu ile beraber, artık egemenlik hakkının basit bir uzantısı olmaktan çıkmış durumda ve devletler savaş ilan ettiklerinde uluslararası hukukun meşruiyet koşullarını karşılamak zorundalar. Bu bağlamda sorunuza verilecek genel yanıtın iki yönü var. Öncelikle Charles Tilly’nin belirttiği gibi, savaş ile ulus devletlerin inşa edilmesi arasında özgül bir ilişki var. Hem uluslar hem de devletler aslında savaş esnasında inşa oluyor. Devlet ve savaş arasındaki bu içkin bağ, savaş ilan etme ve savaş için, “örgütlenmiş şiddet tekeli” olarak devleti ve toplumu seferber etme kapasitesini kaçınılmaz olarak, devlet iktidarının tam da merkezine yerleştiriyor ve yönetici sınıfın ihtirasları doğrultusunda manipülasyona açık muazzam bir politika alanı açıyor. Tarihte Bonapartizm gibi, yürütmenin mutlak otoritesine dayalı ve hem modern devlet hem de modern toplum mantığıyla çatışma içerisinde olan pek çok siyasal rejim biçiminin hayata geçirilmesi sürecinde savaşa başvurmak kritik bir rol oynamış, en azından bu tür rejimlerin ömrünü uzatmıştır. Çünkü savaş ister istemez sıkı yönetim ve OHAL politikalarının sürekli bir biçimde seferber edilmesini ve toplumun mutlak bir şekilde denetim altına alınmasını gerektirir. Bunun dışında, liderler kendi iktidarlarının devamlılığını sağlamanın yanında, meşruiyet krizi geçiren sistemleri ayakta tutmak, siyasal muhalefeti pasifize etmek ve emperyal arzularını hayata geçirmek için de savaş ilanını üstlenirler. 
 
Peki, Erdoğan'ın bu yetkiyi Kuzey ve Doğu Suriye’de 11 Haziran’da yapılması planlanan ancak daha sonra ertelenen yerel seçim gündemine denk getirmesi tesadüf mü?
 
Elbette doğrudan ne kadar ilişkili olduğunu zaman ve önümüzdeki günlerdeki gelişmeler gösterecek. Fakat rejimin konsolidasyonu sürecinin içerisinden geçmekte olduğu konjonktürel kriz bize bu konuda genel de olsa bir fikir verebilir diye düşünüyorum. Erdoğan’ın, özellikle 2013 Gezi İsyanı sonrası süreçte, Türkiye siyasetinin plebisiter (Doğrudan demokrasi) dinamiği ile kurduğu bağ oldukça zayıfladı. Erdoğan, müesses nizamın sahibi olarak kendini gören oligarşik yapılar ile halk katmanları arasındaki, ekonomik, kültürel, toplumsal ve psikolojik çatışma ile ortaya çıkan bu dinamiği, kendi siyasi hedefleri doğrultusunda massedebildiği ve bu çatışmada kendi siyasal projesini plebisiter siyasal enerjinin, öfkenin, hıncın ve arzunun asli taşıyıcısı olarak sunabildiği ölçüde kendi siyasal amaçlarını gerçekleştirebildi. Son yirmi yıla damgasını vuran ve Erdoğan’ın otoriter plebisiter siyasetiyle, artan ekonomik eşitsizlik ve kartel parti yapılarının çökmesi nedeniyle 2001 sonrası canlanan plebisiter dinamik arasında kurmuş olduğu bağı kırılganlaştıran üç temel dinamik var: Gezi’de ortaya çıkan demokratik muhalefet, Kürt siyasal hareketinin bu dinamiğin otoriter bir projeye eklemlenmesine gösterdiği direnç ve yukarı doğru rant temelli kaynak aktarımına dayalı siyasal kapitalizmin, bu bağın alt sınıflarla kısmi bölüşümü de içeren ekonomik ayağını sürdürülemez hale getirmesi. 
 
Bu bağlamda, Erdoğan’ın kendi otoriter siyasal projesi ile demokratik ve anti-demokratik özlemleri aynı anda içeren plebisiter dinamik arasında kurduğu bağ zayıfladıkça, güvenlik ve kimlik siyasetine dayalı olan etnik ve dini temelli kutuplaşma ön plana çıkmaya başladı. Kürt meselesi ve Rojava, sadece yarı emperyal siyasal arzuların gerçekleştirilmesi ve buna uygun bir Ortadoğu politikasının geliştirilmesi bağlamında değil, aynı zamanda giderek sönükleşen bu bağı ikame edecek bir çatışma dinamiğinin toplumda yaratılması açısından da kritik bir rol oynuyor. Dolayısıyla da Erdoğan ve Türkiye açısından bölgedeki her adım, sadece bölgede cereyan eden gelişmelerden kaynaklı olarak değil, yeni rejimin iç siyasetteki temel açmazından, yani rejimin kendini topluma dayatabilmek için bir taraftan plebisiter dinamiğe her geçen gün daha da çok ihtiyaç duyması, bir diğer taraftan ise kendini muhafaza etmek için onu sürekli olarak bastırmak zorunda kalmasından dolayı da önemini muhafaza edecek. İşte Erdoğan ve müttefiklerine göre, muhalefetin de son seçimlerde göreli bir bağ kurmayı başardığı bu dinamiği yayan, gündelikleşmiş ve çok katmanlı bir OHAL düzeneği içerisinde kontrol altına almanın ve milliyetçi reflekslerle bastırmanın bildik aracı tam da burada yatıyor. Fakat sınır ötesi bir operasyonun yeniden gündeme gelmesinin etkisinin şu anda sınırlı olacağını düşünüyorum.
      
Bir yandan da kayyım uygulaması devam ediyor. Hakkâri Belediyesi’ne atanan ve Kürtlerin 3’üncü kez yaşadığı kayyum uygulamalarına baktığımızda söz konusu rejimin aynı zamanda “kayyım rejimi” olduğunu söyleyebilir miyiz?
 
Yeni rejim başkanın mutlak yürütme otoritesi etrafında despotik bir merkezileşmeye ve bu merkezileşmeyi hayata geçirebilmek için de devlet iktidarının, mevcut milliyetçi ittifaka dahil olan ağlar, cemaatler, tarikatlar ve Cumhurbaşkanına yakın cevreler arasında parsellenmesine, dolayısıyla da devlet iktidarının bir nevi feodalleşmesine dayanıyor. Bu da kaçınılmaz olarak başta yargı ve emniyet olmak üzere bu kurumlara, öncelik bu çevrelerde olmakla birlikte, başkan adına hareket eden ‘vekil egemenler’ atanmasını gerektiriyor ve bu kurumlar gerek bu ekipler arası kavgalardan gerekse bu kurumların rejimin devamı adına üstlendikleri işlevden kaynaklı olarak muhalefet ve toplum üzerinde basit bir operasyon aracına dönüşüyorlar. Aslında bu bağlamda devlette tüm üst düzey atamaların, kontrol altında tutulması gereken devlet kurumlarına bir 'kayyım atanması' mantığıyla yapıldığından bahsetmek mümkün. Bu yöneticiler, çoğunlukla kamu yararını gözeten ve gayri-şahsi devlet otoritesine göre hareket eden kişiler olmaktan uzaklar ve mevcut rejimin salahiyetini öncelikli görüyorlar.
 
 
Kayyım atanması aracılığıyla oy kullananların siyasal hakları etkisiz hale getiriliyor. Diğer taraftan kayyım atanan bölgedeki Kürtleri olağanüstü hâl mantığı etrafında yönetme normalleştiriliyor. 
 
Kürt nüfusun yoğun olduğu illerde yapılan kayyım atamalarının ise bir başka anlamı var. Kayyım atamaları çok katmanlı bir yapıya sahip olan, hakları askıya almak üzerinden işleyen ve artık gündelikleşen olağanüstü hâl mekanizmasının devamlılığını sağlıyor. Öncelikle, kayyım atanması aracılığıyla, bir taraftan kayyım bölgesinde oy kullananların siyasal hakları etkisiz hale getirilirken, bir diğer taraftan da toplumu, özellikle de kayyım atanan bölgedeki Kürtleri olağanüstü hâl mantığı etrafında yönetme kapasitesi de normalleştiriliyor. Dolayısıyla kayyım mantığı etrafında idare edilmeye başlayan ve yürütmenin mutlak otoritesine dayanan merkezi devlet iktidarını tamamlayacak şekilde, yerel otoriteler de de kayyım yoluyla başkanlık rejiminin doğal bir uzantısı haline getiriliyor. Ayrıca, AKP bu yolla demokratik seçimler yoluyla silindiği yerlerde, belediyelerin rant kaynaklarını kullanarak varlığını muhafaza etmeye de çalışıyor.  
 
Buradaki mesele, sadece bu illerdeki yönetim mantığının başka iller için de kolayca uygulanabilir bir model haline gelmesi değil; çünkü bu yönetme mantığının sonuçları sanıldığı gibi sadece Kürt nüfusun yoğun olduğu iller ile sınırlı değil. Kayyıma dayalı yönetim pratiğinin doğallaşması, demokratik meşruiyetin temel ilkelerinin askıya alınarak, seçime dayalı olan tüm otoriteleri, mümkün olan her yerde ve her anda Cumhur İttifakı'nın ve başkanlık rejiminin çıkarlarının basit bir taşıyıcısı haline getirme pratiğini kurumsallaştırıyor. Tüm bu nedenlerle kayyıma hayır demek her kesim için demokratik siyasetin bugün olmazsa olmazı. 
 
Türkiye’nin 20 yılı AKP hükümeti tarafından yönetilirken, son 6 yıldır da Erdoğan’ın iktidarlığında “Türk tipi başkanlık” denilen “tek adam rejimi” ile yönetiliyor. Yürütme üzerinden yasama ve yargıyı işlevsizleştirilirken Erdoğan’ın, en son ki kayyım uygulaması için “Yargı burada kanunu değil, hukuku konuşturmuş ve kararını buna göre vermiştir” açıklaması bundan sonraki süreç açısından “rejim hukukunun” meşruiyet alanını yasalarda aramayacağı mesajı içeriyor mu?
 
Hukuk devletini deforme eden yeni tür bir yasallık ve meşruiyet biçimini, Türkiye örneğinde olduğu gibi zaten kırılgan olan hukuk devletinin içine yerleştiriyorlar. Ben bunu stratejik yasallık olarak adlandırıyorum. Stratejik yasallık, Erdoğan ve müttefiklerinin 'meşru' gördüğü siyasal hedeflerini gerçekleştirmek için keyfi istediği zaman hukuk devleti ilkelerini ve yasaları kullanması, çıkarları gerektirdiği zaman yasaları uygulamaması ve gerekli gördüğü zaman da hukuk devleti ilkelerini istismar etmesinden oluşuyor. İkili devlet yapısından yani idari devlet ve olağanüstü devlet ayrımından daha karmaşık bir yasallık türü ile karşı karşıyayız. Yasal iktidarın, süreçlerin ve kuralların stratejik manipülasyonu ve istismarı aracılığıyla, Türkiye’de hukuk devleti uzun zamandır sadece yasal normların varlığına ya da devlet ve dolayısıyla da Cumhurbaşkanı ve Cumhur İttifakı'nın çıkarı adına konuşan ve gerektiğinde norm hiyerarşisini bile askıya alan, alt mahkemelerin ve üst yargının kararlarına indirgeniyor.  
 
Buna ek olarak, son dönemde hayata geçirilen yasal düzenlemeler aracılığıyla, hükümet ve güvenlik ile yargı güçlerine neredeyse her istediklerini yapma otoritesi kazandıran gri bölgelerin ve hukuki kontrolü tümüyle ortadan kaldıran kara deliklerin hukuki sistem içerisindeki yaygınlığı daha da artırıldı. Bu tür bir stratejik yasallık anlayışı, meşruiyeti de klasik anlamda yasallık alanıyla sınırlamıyor. Yasa koyucu ile yasayı icra eden arasındaki ayrımın tümüyle belirsizleştiği yerde, eğer bir rejim hukukundan bahsedeceksek bu artık meşruiyeti, kendisinden üstün her türlü otoriteyi dışlayan egemenin iradesine indirgeyen bir meşruiyet biçimi ki bu modern hukuki meşruiyet ve yasallık mantığının tümüyle ilga edilmesi demektir.  
 
Nazi Almanya’sında mahkemeler yargı organı olmaktan çıkıp siyasi iktidarın başat organı olarak faaliyet gösteriyordu “beka” ve “kamu düzeni” adına belirli kesimlerin hukuk aracılığıyla hedef alındığını görebiliyorduk. Türkiye’de de 2015’den bu yana özellikle Kürtler şahsında yurttaşlığın marjinalleştirildiğini söyleyebilir miyiz?
 
Elbette, hatta bundan daha fazlasını söylemek de mümkün. Kürtler son kayyım atamalarının da gösterdiği gibi ceza hukukunun konusu olarak yurttaş, fakat siyasi haklarını kullanan bir birey olarak yurttaşlığı kolayca askıya alınabilen bir toplumsal kesim. Olağan şüpheliler olarak, bizzat kâh yasanın kâh güvenlik güçlerinin kâh bürokrasinin önünde yurttaşlığını ispatla yükümlü kılındıkları için de Kürtlerin her tür hak arayışı bu bağın olmadığının bir ispatı olarak sürekli önlerine konuluyor. Dolayısıyla sadece tarihsel olarak ulus devlet iktidarının inşası için değil, mevcut rejimin konsolidasyonu için de hak arama kapasitesi ve eylemliliği yüksek bir kesim olan Kürtlerin yurttaşlık haklarını kullanmasının süratle ceza hukukunun konusu haline getirilmesi ve marjinalleştirilmesi kritik bir rol oynuyor. Günümüzde bunun yeni bir biçim aldığını söyleyebiliriz. Son dönemde hayata geçirilen ve hukuk alanını bir tür savaş alanına çeviren, yasalar yoluyla isyankâr yurttaşları zapt etme politikaları (lawfare), korunmayı hak eden yurttaşlar ve olağan şüpheli yurttaşlar arasında yaptığı ayrımı, özellikle hak arayan Kürtleri yurttaşlığın marjinine yerleştirerek yapıyor.
 
Kayyım ataması ve içerde gittikçe büyüyen saldırılara karşı DEM Parti erken seçim çağrısı yaptı. Keza CHP Genel Başkanı Özgür Özel de daha önce açıktan olmasa da erken seçimi dillendirmişti, erken seçim bu sorunlara çözüm olacak mı? Erken seçim için muhalefetin ne yapması gerekiyor? 
 
 
Yeni bir başlangıcı örgütlemeye başlamak gerekiyor. Türkiye’nin sorunlarının çözüm yolu ancak kapsamlı bir dönüşümden geçiyor. Erken seçim talebi böyle bir hazırlık ve hedef olmadan hayata geçirilirse muhalefet açısından olumsuz sonuçlar bile yaratabilir. 
 
Türkiye’yi şu anda bekleyen şey bir erken genel seçim değil, plebisiter bir anayasa momenti yani tahripkar kutuplaşmaya dayalı bir anayasa referandumu. Erdoğan’ın siyaseti temelde plebisiter, yani halkçı yükselişi massetmeye dayanıyordu ve Erdoğan uzun zamandır bu kapasitesini yitirmiş durumda. Hem yeniden başkan olabilmek hem de rejimin konsolidasyon krizini aşabilmek için Erdoğan’ın yeniden bir plebisiter moment örgütlemesi ve cumhurbaşkanlığı seçim sisteminde değişikliğe gitmesi gerekiyor. Fakat Erdoğan’ın, bu anayasa referandumunu artık devletin hâkimi olan oligarşik Kemalist yapılar ve dışlanan toplumsal kesimler arasında bir çatışma olarak sunması çok zor, çünkü eski Türkiye’ye atfettiği siyasal projeyi çok daha baskıcı bir şekilde kendisi yeniden inşa etti. Güvenlikçi ve devletçi siyaset, kimlik siyasetine dayalı yıkıcı kutuplaştırma, toplumu dost-düşman ekseninde bölmek ve rant yaratmaya dayalı olan ve geçim krizini derinleştiren siyasal kapitalizm, Erdoğan’ın plebisiter dinamiği massetmesini olanaksızlaştırıyor. Bu nedenle Erdoğan ve medyadaki kanaat mühendisleri bu dinamiği massedebilmek ya da artık bastırabilmek için, LGBTI+ bireylere düşmanlık, hayvan katliamı, seküler yaşam tarzlarını baskı altına almak gibi, toplumu tahripkar şekilde kutuplaştıracak ve toplumsal yabancılaşmayı artıracak yeni eksenler icat etmeye çalışıyorlar.       
 
Rejimin konsolidasyon krizini öteleyecek koşullar oluşmadan bir erken seçimin gündeme gelmesi zor görünüyor, fakat muhalefetin yarın erken seçim olacakmış gibi de hazırlanması gerekiyor. Bunun için de muhalefetin Türkiye’nin temel sorunlarını çözmeye yönelik kapsamlı bir demokrasi ve yeni bir cumhuriyet projesini acilen geliştirmesi ve seçim atmosferini beklemeden yeni bir başlangıç için hareket geçmesi lazım. Türkiye’nin bir erken seçime değil, yeni bir başlangıca ihtiyacı var ve erken seçim sadece buna giden yolu açacağı için önemli. Şu anda ana muhalefet biraz da kanaat önderi statüsüne yükseltilen anketörlerin yarattığı yanlış algı ve beklenmedik seçim zaferinden kaynaklı olumlu atmosfer nedeniyle, ortada böyle sorunlar yokmuş gibi hareket ediyor ve bu hazırlıktan uzak duruyor. Ana muhalefet açısından temel mesele, sadece doğru siyasi lideri bulmak, ona toplumda popülarite kazandırmak ve iktisadi, siyasi ve kültürel elitler arasında, İmamoğlu gibi siyasi figürlerin etrafında sahne arkasından yeni bir elit ittifakı inşa etmek gibi görünüyor. Ortada sorunların adını koyan ve çözmek için yola koyulan bir hareket, proje ve perspektif yoksa iktidarın el değiştirmesi bile, ki mevcut rejim yapısı içerisinde bunun da kolayca gerçekleşmeyeceğini düşünmek için pek çok neden var, Erdoganizm'i ve başkanlık rejimini kolayca yerinden edemez. Dolayısıyla, basitçe erken seçim talep etmek yerine, yeni bir başlangıcı örgütlemeye başlamak ve bugünden onu hayata geçirebilecek bir kampanyayı adım adım örgütlemek gerekiyor. Bu maksimalist bir program öne sürmek anlamına gelmez, çünkü Türkiye’nin hâlihazırdaki güncel sorunlarının çözüm yolu ancak kapsamlı bir dönüşümden geçiyor. Sadece bu dönüşümü bir defada değil, toplumun acil sorunlarını önceliklendirerek ve aralarındaki bağlantıları topluma iyi anlatarak, aşamalı bir şekilde hayata geçirmek gerekli. Erken seçim talebi böyle bir hazırlık, hareket ve hedef olmadan hayata geçirilirse demokratik muhalefet açısından olumsuz sonuçlar bile yaratabilir. Mevcut iktidar bloğunun kazanma koşulları yeteri kadar oluşmadan da bir seçime gideceğini zannetmiyorum. 
 
Tek adam rejimi Kürt karşıtlığı üzerinden varlığını sürdürüyor. Kürt sorunun çözümsüzlüğü Türkiye'yi nasıl bir çıkmaza sürüklüyor. Çözümsüzlük sürdüğü sürece var olan politik atmosfer neye evrilir?
 
 
Eğer bu topraklarda özgür ve bağımsız bir yurttaşlık hayal etmek istiyorsak, Kürt meselesinin çözümü bu hayalin merkezinde olmak zorunda; çünkü bu sorunun çözümü kapsamlı bir dönüşümü gerektiriyor. 
 
Türkiye siyasetinin temelden belirleyen ve başlangıcını ve etkilerini Erdoğan dönemiyle sınırlayamayacağımız bir kaç etken var: devlet merkezli olmak, sembolik siyasetin etkisinde şekillenmek, olağanüstü karakterde yasalar aracılıyla yürütmenin imtiyazını güçlendiren bir karaktere sahip olmak, Türklük ve Sünniliğin kurucu unsur olduğu ve merkeziyetçi bir ulus devletin çıkarlarını temel almak, bu yapıyı topluma dayatabilmek ve de bu yapının toplumu dayatılmasında doğan siyasal krizleri çözebilmek için gerektiğinde devlet şiddetini yasal ve yasal olmayan yollarla seferber etmek, bu unsurlar etrafında yapılandırılmış dar bir siyasal alanı ayakta tutacak, bu siyasal alanı devlet ve sermayenin çıkarları doğrultusunda manipüle edebilecek, ama aynı zamanda kendi dar çıkarlarına da odaklanmış olan, devletçi-milliyetçi ve şimdilerde Erdoğancı-İslamcı da olan bir elit kesimi siyasette, yargıda, orduda, medyada ve eğitim alanında hakim kılmak. 
 
Şimdi, Kürt sorunu tarihsel olarak bu temel unsurlarla etkileşim içerisinde şekillenmiş ve şekilleniyor durumda. Kürt sorunun çözümsüzlüğünde ısrar ister istemez, doğası itibariyle hegemonik kapasitesi düşük, topluma nüfuz etme ve onu yönetme araçları oldukça sınırlı olan ve tam da bu nedenle de siyasal alanda hak talep eden yeni bir aktör çıktığında yasal ve yasal olmayan şiddeti seferber etmek zorunda kalan bir devlet iktidarını, bu araçlara ve onları tekelinin elinde tutan kesime daha da muhtaç hale getiriyor. Mesele sadece devlet iktidarının olağanüstü bir iktidar üzerine kurulu hale gelmesi de değil. Aynı zamanda toplum da hem ortada temel ve kurucu bir adaletsizlik hem de bir tarafı yok sayan dışlayıcı bir bölünme olduğu için şiddet yükleniyor. Sivil olmayan ve şiddet tekelini bile zaman zaman elinde kaçıran bir devlet ister istemez sivil olmayan bir toplumu da beraberinde yaratıyor. Bu bağlamda Kürt meselesinin çözümsüzlüğü sadece Kürtlerin haklarının yol sayılması demek değil. Elbette bu meselenin en can yakıcı kısmı, ama aynı zamanda sivil ve kapsamlı hakları içeren bir yurttaşlığı Sünniler, Aleviler, Türkler, gayri-Müslimler ve diğer tüm toplumsal kesimler için de düşünememek demek. Bu nedenle de eğer bu topraklarda özgür ve bağımsız bir yurttaşlık hayal etmek istiyorsak, Kürt meselesinin çözümü bu hayalin merkezinde olmak zorunda; çünkü bu sorunun çözümü, yukarıda bahsettiğimiz siyasal yapının temel unsurlarının kapsamlı bir dönüşümünü gerektiriyor ve Türkiye siyasetinin gerçek anlamda sivilleşmesi yani normalleşmesi de önemli ölçüde buradan geçiyor.   
 
Sorunun bu yönünün yakıcılığını içerisinden geçmekte olduğumuz dönemde daha net olarak görüyoruz. Sadece Erdoğan’ın elinden seçim kazanmak, mevcut rejimi tahkim etmek ve muhalefeti kendi taraftarları gözünde gayri-insanileştirmek için her defasında başvurduğu kimlik temelli kutuplaşma ve güvenlik siyaseti ile 'terör' söylemini almak için değil, mevcut başkanlık rejimini kapsamlı bir dönüşüme tabi tutma için de toplumun şiddet araçlarına dayalı bir manipülasyonunu kolaylaştıran ve adaletsiz bir toplum dayatan bu meseleye bir çözüm önermek zorundayız. Bu çözümü ancak, kendini başta devlet şiddeti olmak üzere şiddetin her türüne karşı konumlandırmış, siyasal alan dışında tasarlanmış ve gerçekleşmesi muhtemel, manipülasyonlara karşı sivil ve barış yanlısı bir tutum alan, bu tutumu şimdiden toplumun tüm kesimleri arasında örgütlemeye koyulan ve de Kürt meselesinin çözümüne dair toplumda çok katmanlı bir müzakere ortamı yaratmayı hedefleyen bir muhalefet başarabilir. Çözümsüzlük, konjonktürel gevşemeler olsa da güvenlik merkezli ve milliyetçi dozu yüksek bir siyasetin siyasal alana hâkim olması ve bu siyasetin özgür, bağımsız ve güçlü bir yurttaşlığı her daim bastırması demek olacaktır. Bu kadar çetrefilli, içerisinde tahripkâr bir adaletsizlik ve yıkım barındıran bir soruna birilerinin elinde bir çözümle çıkmasını beklemek elbette haksızlık olur, fakat bizleri çözüme götürecek yöntem, usul ve kurumlar topluma iyi anlatılırsa ve bu amaçla geniş bir ittifak oluşturulursa, Türkiye toplumunun ve muhalefetin bir şansı olduğunu düşünüyorum. 
 
Bunu yaratamadığımız ve de var olan çözümsüzlüğün sürmesi durumunda, Türkiye demokrasisi açısından olduğumuz yerden daha da geriye gitmemizi durdurabilecek güçte yapıların ve kurumların hali hazırda var olduğunu düşünmüyorum. Aksine Kürt meselesi doğru ele alındığında ve meseleye cumhuriyetçi bir demokrasinin ilkeleri etrafında yaklaşıldığında, bu yapıları oluşturmanın da bir aracını, yani her tür baskıcı rejime karşı demokratik, sivil bir yurttaşlık direncini ülkede hâkim kılmanın araçlarını bize verebilir. 
 
Öte yandan eğitimde müfredat değişikliğinden, yargı paketine, kadınları hedef alan genelgeye ve yeni anayasa tartışmalarına kadar tüm bu konu başlıklarını birlikte ele aldığımızda rejimin yeni bir tahkim sürecine girdiğini söyleyebilir miyiz?
 
 
Erdoğan ve müttefikleri, kaotik dengeye dayalı bir kriz toplumunun oluşumunu teşvik eden politikaları hayata geçirmeye devam edecekler gibi görünüyor. Bu da kendi içerisinde büyük bir istikrarsızlık, çatışma ve yıkıcı bir kutuplaşma barındırıyor.
 
Tüm bunlar aslında yeni rejimin nasıl bir kriz içerisinde olduğuna dair bize fikir de veriyor. Zor araçlarını kullanmanın maliyetinin görece olarak artacağı bir dönemden geçiyoruz, çünkü ortada ciddi bir geçim krizi ve yeni sisteme yönelik artan bir hoşnutsuzluk var. Bu koşullarda kültürel ayrımları siyasallaştırmak için eğitimde daha keskin bir muhafazakârlık ve dindarlık empoze etmek, demokratik muhalefetin olası bir canlanmasını engellemek için “etki ajanlığı” gibi yasalar aracılığıyla sanal dünyada dijital OHAL ilan etmek ve toplumda yeni tahripkâr kutuplaşma hatları oluşturmak, Erdoğan ve müttefiklerinin elinin altındaki en temel araçlar. Fakat tüm bunlar rejimin kendisini tahkim etmesine yeterli olur mu, emin değilim. Erdoğan ve müttefikleri ile Türk tipi başkanlık rejimi taraftarları, rejimi ancak böyle tahkim edebilecekleri inancıyla, kaotik dengeye dayalı bir kriz toplumunun oluşumunu teşvik eden politikaları hayata geçirmeye devam edecekler gibi görünüyor. Bu da kaçınılmaz olarak kendi içerisinde büyük bir istikrarsızlık, çatışma ve yıkıcı bir kutuplaşma barındırıyor. Bu nedenle özellikle ana muhalefetin, dayatılan bu sistemin ekonomik, toplumsal ve siyasal olarak tahripkâr doğasını topluma daha iyi anlatması ve yapıcı bir demokratik alternatifi acilen üretmesi gerekiyor. Unutmayalım ki Gramsci’nin ifade ettiği gibi, 'eskinin öldüğü, ama yeninin doğamadığı' bu gibi ara dönemler, 'yıkıcı semptomların' zamanı olduğu kadar, yeni bir demokratik başlangıcı hayata geçirmeye cesaret edenlerin ve 'büyük siyasi dönüşümlerin' de zamanıdır. Korku ve baskı kendini her yolla tahkim edecek olabilir. Biz umudun ve geleceğin tarafında olup, bu büyük dönüşüme hazırlanmalıyız. 
 
ZAFER YILMAZ KİMDİR?
 
ODTÜ, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nden 2001 yılında mezun oldu. Aynı bölümden 2004 yılında master derecesini aldı. 2002 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, Siyasal Teori Kürsüsü’nde araştırma görevlisi olarak göreve başladı. Doktorasını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde 2011 yılında tamamlayarak, Siyasal Düşünceler Tarihi, Çağdaş İktidar Kuramları, Çağdaş Siyasal Akımlar derslerini vermeye başladı. Doktora çalışması sırasında Berlin Freie Universität Sosyoloji ve Brunel University Londra Siyaset ve Tarih bölümlerinde, doktora sonrasında ise University of California Berkeley Sosyoloji bölümünde misafir araştırmacı ve misafir öğretim üyesi olarak bulundu. Çeşitli dergilerde yayımlanmış makale ve yazıları ile derlediği kitapların dışında, Dipnot Yayınları tarafından basılan "Yoksulları Ne yapmalı?" ve İletişim Yayınları tarafından basılan "Yeni Türkiye’nin Ruhu: Hınç, Tahakküm, Muhtaçlaştırma" isimli iki kitabı var. 7 Şubat 2017 tarihinde yayımlanan 686 No’lu Kanun Hükmünde Kararname'yle “Bu Suça Ortak Olmayacağız” barış bildirisini imzaladığı için görevine son verildi.  İhracının ardından, Universität Potsdam ve Einstein Research Fellow olarak Humboldt Üniversität zu Berlin’de çalışmalarını sürdürdü. 
 
MA / Semra Turan